8 Mart’ı Kadınlar, 21 Mart’ı Dünya Şiir Günü ilan etmişler. Aklı yüklü, şiir gibi kadınlar var bir de… Günsüz! Kendi kendime ilan etmiş bulundum. ‘Şiir Kadınlar Günü’ kutlu olsun. Sözcüklere ve perdeye yansıyan her pırıltı, kadının ışığını anımsatırken, şiir gibi kadınlar kaldı geriye.
Nisan Akman ne dokunaklı anlatmıştı ‘Dünden Sonra Yarından Önce’ adlı filminde, batılı bir kadının; iş kadını, çalışan kadın, annelik üçgeninde yaşadığı sorunları. Zuhal Olcay’ın oyunculuğu ve şarkısıyla unutulmazlar arasına girmesi şans değildi. Bilge Olgaç ise sinemaya uzun süre hizmet etmiş bir kadın yönetmen olarak ayrıcalıklı bir yere sahip. Kaşık Düşmanı, Gülüşan, Yavrularım, Üç Halka Yirmibeş, Kızın Adı Fatma, Açlık gibi filmlerde özellikle kırsal kesim kadınlarının sorunlarını işledi Olgaç.
Ayşe Şasa’nın senaryosuna imza attığı bir Atıf Yılmaz filmi Ahh Güzel İstanbul’un Ayşe’si Ayla Algan… Selvi Boylum Al Yazmalım’ın Asya’sı Türkan Şoray… Teyzem filminin Üftade’si Müjde Ar… Hafızalardan silinmeyen lirik yüzler, dirençli yaşamlar. Özellikle Üftade… Toplumun baskıcı ve ikiyüzlü ahlak kurallarından sürekli –ama- hayali olarak kaçan kadın. Üvey baba tacizi, pısırık ve sahiplenmeyen bir eş, güvensiz, sürekli eşikte süren bir yaşam… Peki farkındalık ve isyan bir kadını nasıl delirtir? Filmin sonunda ‘meğer Üftade şizofren’miş’ demek ne kadar adil?
Her kadın kaybolur… Aşkta, evlilikte ya da anne olduğunda. Yarınlarla ilgili hiçbir şey bilemeyecek hale gelir. Küçük bugünlere sığınır, hüznünü zenginleştirir ve tarihsel olmaktan vazgeçtiği anda şiirleşir. Kaybolur evet, ama kadın olarak kalmak ister. Ne zaman ‘kadın’ temalı bir film seyretsem hep aynı düşünce çöreklenir içime; bir kadın için zaman sanki daha hızlı ölüyor. Ya geçmişi düşünme ve sorgulama lüksüne sahip değiller ya da düşündüklerinde akıllarını daha hızlı yitiriyorlar. Var kalmanın bedeli, hayalet olmak!
‘… Unutmak istemiyordum oysa.
Güzel kalan yaralar da vardır çünkü…
Limon kokulu, yağmurlu kadınlar vardır.
Hiç unutmayan kadınlar vardır… limon kokulu…
Her şeye rağmen… yağmur kalan kadınlar vardır…’
Yıllar sonra hatırladım ve hatırlatmak istedim, Altın Palmiye sahibi tek kadın olan Oscarlı yönetmen Jane Campion’ın The Portrait of a Lady (Bir Kadının Portresi) adlı filmini. Bir Henry James uyarlaması. Ailesini kaybedince çok büyük bir servetin sahibi olan Isabel Archer İngiliz talibinin evlenme teklifini reddedip, kendi arayışının izlerini takip etmek adına bir Avrupa seyahatine çıkıyor. Peşinden İngiltere’ye kadar gelen Caspar Goodwood adında bir Amerikalı’nın yakınlaşma talebini de elinin tersiyle iten Isabel bir gün Madame Serena Merle’le karşılaşınca hayatına yön vermekten gittikçe uzaklaşıyor. Merle boş durmuyor ve Isabel’e bir sanat eseri koleksiyoneri olan Gilbert Osmond’ı tanıştırıyor. Olgun yaşlarını süren, karizmatik ve gizemli Osmond için Isabel’in gönlünü çelmek çokta zor olmuyor tabi ve evleniyorlar. ‘Dünya kadınlara ait, yani ölüme’ diyor ya Philippe Sollers, tam bu noktada düşünmeye iten bir filmdi The Portrait of a Lady. Peki erkekler birer köpük mü? Hayır, hiç sanmıyorum. Çünkü kadınlara kolay kolay yer açmayan bir dünya var karşımızda. Ancak buradaki kadın kahramanımız, arayış, tutku ve inancını hayatının merkezine alıp, kaybolmayı reddederek, güçlü bir direnç gösteriyor, herkese ve her şeye karşı. Yine de üstüne gidebilen bir kadın, gerek toplumsal yargılar gerek ise içinden çıkılmaz girdap ve kaoslarla çoğu zaman savunmasız kalabilir. Bir gün tüm duvarların su aldığı, çelişkilerin süslü bir tabakta sunulduğu, naftalinli, kansız bir hiçliğe sürüklenebilir.
İkiyüzlü bir erkek, bir kadının hayatını tümüyle yalana çevirebilir. Bir de kadınların kara gücü… Başka dediğimiz kadınlar. Onların radarı, stratejisi, sürekli gizli hesapları, anlamsız sırları ve aslında kendilerini zerre kadar tanımamaları… Öteden beri süren bir savaş bu ve her zaman sürecek olan. Gülümsemeler, dekorlar, ışıklar, şiirler, şarkılar, sinemalar, dergiler, yemekler, ikili oyunlar, sahte kelimeler, mevzilenilen siperler, karmakarışık bir savaş…
Başka dediğimiz, şiir olmayan kadınları ‘Fısıltılar, Bin/Bir Kadın Sövgüsü’ kitabında çarpıcı bir gerçeklikle anlatan Münir Göle’nin ifadelerinin birkaç cümlesini yazmadan geçemem:
‘Bir kadına kadınlığını bir erkek hissettirir, ama kadının hissettiği kadınlığı yalnızca bir başka kadın sarsar. Bu noktada tanrıçaların bile dokunulmazlığı kalkar.’ (Syf. 29)
‘Kadınca var olmanın amacı değil midir beğenilmek, sevilmek, yüceltilmek, tapınılmak? Av peşindeki erkek, kadının egosundaki bu çatlağı aramaz mı çiçeklerle, böceklerle, şiirlerle, çikolatalarla? Erkek, öykülerinde kadının rüşvete ne denli açık olduğunu dile getirir; kadına varış klişelerin, ucuz övgülerin, iltifatların, hediyelerin bir ucunda durur. Beğenildiğini hissetmek kadına yeter çoğu kez, fazla eleyip sık dokumaz seçerken: Seçeni seçer.’(Syf. 32)
‘Bir kadının, daha kadınlığın gizemini yaşamamış olsa bile, kendini görünümlere bu kadar kolay teslim etmesini dişi doğasına mı bağlamalıyım, bilemiyorum. Sahip olmanın getirdiği keyif, zevk onu korkularından bu kadar kolay uzaklaştırabilir mi, bilemiyorum.’ (Syf. 42)
‘Kadının masumluğunun ardında, kendi içindeki dişiliğin bilinçsiz karanlığı saklıdır.’ (Syf. 176)
Gün geçtikçe; saklı ve şiir olmaktan uzaklaşan, kendi kendinin nesnesi haline gelen, bağımsız olduğunu sandıkça, kadınlığından ırak düşeni gördükçe, ben de ne düşüneceğimi bilemiyorum. Bir kadın aslında en çok neyi ister sorusuna tekrar dönecek olursak, kadından başka bir şey olmak isteyeceği nasıl düşünülebilir diye sorarım sadece.
Esma Belgin Özdemir