‘Umutsuz bir insan haindir’
Romain Gary
Bazı filmler vardır, hayatınıza berraklık getirir. Gülümsetir, hüzün taşır, düşündürür ya da. Özel bir ışığı vardır. Ve o ışığı daha da parlak hale getiren bir yetenek barındırır içinde. Barbra Streisand’ın yer aldığı projeler işte o pırıltıya sahip. Her daim umutlu…
ON A CLEAR DAY YOU CAN SEE FOREVER/1970
Aydınlık bir günde kalk ve etrafına bak, göreceksin kim olduğunu… Sıradışı, zayıf iradeli, uyumlu hatta kendi deyimiyle karakteri olmayan bir kadın Daisy Gamble. Yemekten çok vücuduna sigara yükleyen bu sevimli kız, nişanlısı için sigarayı bırakmaya karar verir ve hipnoz uzmanı bir doktordan yardım alır. Fantastik komedi türüne dahil edeceğimiz filmde Daisy’nin mucize bir kadın olduğunu not düşelim. Önsezileri çok güçlü olan Daisy; çalmadan önce telefon geleceğini bilir, mucize dokunuşlarıyla çiçekleri 3 günde devasa boyuta getirir. Hipnoz için gittiği doktoruna (Yves Montand) aşık olan Daisy’e, reenkarnasyona inanmakta güçlük çeken doktoru da yakınlık hisseder bir süre sonra. Müzik ve romantizm berraklığında gözlerinize bayram hediye eden Vincente Minnelli yönetmenliğindeki filmin, ‘Cevaplar insanı bilge, sorular ise insan yapar’ alt metnini başarıyla kucakladığını bilmenizi isterim. Ve evet, aydınlık bir günde sonsuzluğu görebilirsiniz…
THE OWL AND THE PUSSYCAT/1970
Doris ve Felix… Onları bir araya eksik yanları getirir. Bedeninin kendinden nefret ettiğini düşünen ve hayatını kitap satarak sürdüren akılcı yazar Felix ile ayakta kalmak için hayallerini hiç yanından ayırmayan ve seksüel bir Disneyland kızı olan Doris’in hengameli tanışmasını ve aşklarını seyrederiz, sıkılmadan.
Doris: İyi para var mı yazarlıkta?
Felix: Para kazanmak için yazmıyorum.
Doris: Ama para veriliyorsa alıyorsun, değil mi?
Felix: Evet ama benim stilize mesuliyetlerim ile insicamsızsa…
Doris: Sadece ‘benim’ ve ‘ile’yi anladım!
Felix: Onlar, onlara göre yazmam için para vermek isterler. Ben kendime göre yazmak isterim.
Doris: Ama bence onlar onu kendi paraları olarak görüyor.
Felix: Evet, sanırım…
İddia ediyorum; bir baykuş ile kediciğin, konuşkan ve komik sevişme sahnesi için bile zaman ayrılır bu filme…
WHAT’S UP, DOC?/1972
Pek çok başyapıta imza atan usta yönetmen Peter Bogdanovich’in, Barbra Streisand’ın sempatikliğini en verimli şekilde kullandığı bol aksiyonlu romantik-komedi; arşivinizin en özel eseri olmaya aday. Film, 4 önemli bagajın karışması sonucu, San Francisco’da geçen eğlenceli bir kovalamaca vaad ediyor.
Howard: Ben pek romantik biri sayılmam.
Judy: Ben romantizm aramıyorum. Ondan daha önemli, daha güçlü bir şey arıyorum. Yıllar geçtikçe romantizm ölür, başka bir şey yerini alır. Ne biliyor musun?
Howard: Bunama?
Judy: Güven!
Howard: Onu kastetmiştim.
Howard ve Judy’nin; müzikli ve çok miyop hikayesi, 1930’ların tatlı komedilerine zarif bir şekilde atıfta bulunmuş.
THE WAY WE WERE/1973
Müzikal komedilerin gözde ismi Streisand’ın yüzüne dramın da ne denli yakıştığını kanıtlayan filmlerden biri ‘Bulunduğumuz Yol’. Sydney Pollack imzalı filmde, Barbra’nın eşlikçisi ise Robert Redford. Film şirketleri, ilkeler, idealler, Mc Carthy, Roosvelt dönemi ve savaş paranoyasının gölgesinde, zıt karakterlerin aşkının evrim süreci anlatılır.
Hubbel: Bunu nasıl yapıyorsun?
Katie: Sen nasıl yapamıyorsun?
Birliktelik; bir kadında yaşayan erkek ve bir erkekte yaşayan kadın demekti. Film sürekli içinizi konuşturur; ilişkilerde apaçık ortada duranı yadsımak için mi çalışır insanlar? Ve bütün geçerli duyguları, bilinci, nedametleri, anıları hesabına geçiren kadın, ne olursa olsun işin içinden tek başına çıkabilir mi?
Katie: Hüznün nesi kötü?
Hubbel: Faydasız!
Hubbel: Katie çok şey bekliyorsun…
Katie: Çünkü sana sahibim…
Beyazperde de güçlü kadın ışığını görmek ne hoştur… Gider kendini yatağa atar, ağlar ve bekler önce kadın. Gelmesini ister. Sonra, yaşamın kendisini gerçekten isteyerek getirdiği duruma kanmamak için ayağa kalkar. Cesareti yaşamasına yardım eder.
YENTL/1983
Müzisyen ve oyuncu kimliğinin ardından yönetmenliğe de soyunur Barbra Streisand. Bu kez bilmek ve anlamak isteyen bir kadın vardır perdede. Isaac Bashevis Singer ile kalemini birleştirdiği film, en iyi film ve en iyi yönetmen ödülüne layık görülür. ‘Neden diye sormayacaksa insan, bir düşünceye sahip olmanın ne anlamı var?’ diye tekrarlar genç Yentl. Kadınlara, koca dışında her şeyin yasak olduğu bir dönemde yaşar ve tek istediği öğrenmektir.
Yentl: Okuduğumuzu Tanrı’dan saklamıyorsak, neden komşulardan saklıyoruz?
Baba: Tanrı anlar ama komşulardan emin değilim.
Babası ölünce öğrenmenin şalını alır üstüne Yentl. Dini bir okul olan Yehiva’ya girmek için erkek kılığına girer ve erkekçe (!) yaşamaya başlar, ta ki ruhuna dokunan erkekle, Avigdor ile tanışana kadar. ‘Bir kadın tek başına düşünemez’ fikrinden hızla uzaklaşıp özgür olmak isteyen bir kadın, özlediği erkekten ne kadar uzağa gidebilir ki? Film bize aynı zamanda; içini titreteni ister kadın, fakat huzur bulduğu ile yaşamın doğru olduğuna emindir der. Yentl’ın sırrını film boyunca saklamakta zorluk çekeriz. Yanlışlardan doğru, günahlardan erdem çıkabilir fikrine daha çok inanırız. Ve sonunda ‘kanatlan’ demeyi isteriz kendimize…
THE PRINCE OF TIDES/1991
Ayırım yapacak olursam –ki yapma hakkım var- bu filmin yeri belleğimde çok özel. Streisand tarafından yönetilen filmde, Tom Wingo (Nick Nolte) mutsuz bir adamdır. Üstelik çocukluğundan bu yana… ‘Hayat boyu, başlarına tek bir ilginç olay gelmeyen aileler var. O ailelere hep imrendim’ diyen Tom, ‘Annemle babamın ne zaman savaşmaya başladıklarını bilmiyorum. Ama aldıkları tek esirlerin çocukları olduğunu biliyorum’ sözleriyle hayatını özetler. İntihar girişiminde bulunan kardeşinin psikiyatristi Dr. Susan Lowenstein’ın (Barbra Streisand) çağrısıyla New York’a gider Tom. İki yarım insan böyle tanışır.
Tom: İşler kötü gidince ya kaçarız ya da güleriz. Güneyli adeti…
Susan: Güneyliler ne zaman ağlar peki?
Tom: Ağlamayız!
Mutsuz evlilikler sürdüren bu iki insan arasında duygusal bir yakınlık doğar. Filmin bir yerinde; ‘hiç’le evlenirsen ‘hiç’ elde edersin’ diyen Susan, acıyı hissetmenin cesaret işi olduğunu anlatır Tom’a. Dert dinlerken, derdinden arınma cesaretini gösterir.
Susan: Evlenene kadar hiçbir yere yalnız gitmedim.
Tom: Bu, evliliği gayet iyi açıklıyor.
‘Aile içinde affedilemeyecek suç yoktur’u özenle anlatan film, çengelli iğne gibi cümleler üretir içimizde.
Susan: Karını benden daha çok seviyorsun kabul et.
Tom: Hayır, sadece daha uzun süredir seviyorum.
Oysa aşk, bütün kuralların istisnasıdır… Ve güçlü bir kadın olmak kolay değildir. Bir erkek ise saygı duyman için güçlü olmalıdır ama sevmen için zayıf. Ve seçimi yapan sevgidir…
Esma Belgin Özdemir