Atölye Beşiktaş ve öğrencilerinin bu hafta üçüncüsünü düzenledikleri Kuzguncuk’ta Meşk, Türk Müziği’ni bir kez daha hayranları ve meraklıları ile buluşturdu.
Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu müzisyenlerinden Hüseyin Kıyak’ın öncülüğünde gerçekleştirilen Kuzguncuk’ta Meşk, kısa sürede büyük ilgi gören etkinlikler arasında. Bir yandan İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’nda doktora çalışmalarına devam eden ve Kuzguncuk’ta Meşk’i organize eden Hüseyin Kıyak’tan Türk Müziği’ni dinledik…

-Bu “meşk” midir?
Aslında burada yaptığımız dinletilere tam olarak meşk diyemeyiz. Meşk, geleneksel sanatlarda hoca ve öğrencinin birebir eserler üzerinde bilgi alış verişinde bulunduğu bir öğretim sistemidir. Bunu hatta da görebilirsiniz, geleneksel sanat dallarının diğerlerinde de. Bizim yaptığımız, eserleri birlikte söylemek. Yaptığımız bu konser dizisi “eserleri çayıra çimene taşıdılar” diye tenkit de edilebilir. Fakat müziğin konser salonlarına hapsedilmesi çok yeni bir durum. Osmanlı’da Kağıthane, Göksu, Gülhane Parkı gibi mesire alanlarının yanı sıra sandal sefalarında da müziği icra edenler ile dinleyicilerin buluştuğunu görüyoruz. Onlar da bu etkinliklere bir isim vermiyordu, dolayısıyla ben de bir isim veremiyorum.
-Türk Dili Edebiyatı eğitimi aldıktan sonra müzik ile iç içe bir yol izlediğinizi görüyoruz. Eğitiminizin sanatınıza etkileri oldu mu?
Ben, çocukluğumdan itibaren hep müzikle iç içe bir hayat yaşadım. Babamın desteği ve yönlendirmesi ile küçük yaşlardan itibaren müzik eğitimi almaya başlamıştım. Fakat benim için bu kadar özel olan bir şeyi, para kazanmak için yapmak da istemiyordum. Bu nedenle müziğe en yakın olan edebiyat bölümünü tercih ettim. Bundan da oldukça memnun ve mutluyum.

-Siz, eserlerini icra ettiğiniz usta isimlerin hayatlarına dair de çalışmalar yürütüyorsunuz…
Çünkü bu ikisi aslında birbirinden ayrılmamasına rağmen, müzik disiplininde araştırma kısmı çok eksik kalıyor; herkes icraya yöneliyor. Birine yönelen de diğerini ihmal ediyor. Ben ne yaparsam, kendi merakımı tatmin etmek için yapıyorum. Ölümünün üzerinden yüz yıl dahi geçmeyen bestekârların ya da icracıların biyografilerine dair bile çok az şey biliyoruz. Birilerinin bunlar üzerine eğilmesi lazım. Ben de merakım için elimden geldiğince araştırıyorum.
-İki adet kitabınız var. Yüz Yıllık Metinlerle Tanburi Cemil Bey ve Mızrabı, Yayı ve Kalemiyle Mesud Cemil…
Ben bunlara kendi kitabım demiyorum. Evet birine 3, diğerine de yaklaşık 7 yıl çalıştım. Fakat iki kitap da tarih içinde iki müzisyenin kendilerinin oluşturdukları malzemelere dayanıyor. Ve aslında ikisinin önemi de buradan geliyor. Belki benim olsalar bu kadar değerli olmayacaklardı ama her ikisi de başvuru kitabı olarak her zaman kıymetini muhafaza edecek.

-Bir yandan akademiye de devam ediyorsunuz. Bir enstitü kurmak ister miydiniz?
Evet, kesinlikle en büyük hayalim bu benim. Bugün yaptığım tüm çalışmalar da aslında bu uzak hedefin birer nüvesi. Evet bugün bir yandan nitelikli icralarla bu müzik yaşatılmalı, fakat bir taraftan da sahip olduğumuz büyük bir kültürel miras olan bu müzik üzerinde araştırmalar yürütülmeli. Hâlâ Dede Efendi’nin kaç eseri var bilmiyoruz. Itrî’nin doğum ölüm tarihini bile tam olarak bilmiyoruz. Türk müziği adına bir dijital envanter çalışmasının yapılacağı, veri tabanlarının oluşturulacağı, özel bağışların güvenle kabul edilebileceği, bir taraftan da müzikolojik çalışmalara dayanan konserlerin düzenlenebileceği bir yer hayal ediyorum.