Eda Çatalçam: Oyuncu Bir Tür Sahne Yaratığıdır

Londra’ya yerleşmesinin ardından tiyatroyu ve kendine has tiyatro dilini ‘Mevsimlik Oyuncular’ bünyesinde yeniden var eden Eda Çatalçam, üretimlerine ara vermeden de devam ediyor. 27 – 31 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirilecek olan II. Mevsimlik Oyuncular Tiyatro Haftası çalışmalarına hız kesmeden devam eden ve tiyatroya gönül verenler ile kurduğu güçlü bağı sahneye taşımaya hazırlanan Eda Çatalçam, bu süreçte yaşadıklarını ve tiyatroya, hikâyeye ve insana dair her şeyi Grifons’a anlattı.

  • En baştan başlayalım mı; Tiyatro nedir?

Evet, tiyatro aslında bir an yaratma sanatı. Tiyatrodaki oyuncular ve sahnedeki tüm unsurlar, var olan hikayenin seyircinin belleğinde unutulmaz bir an yaratmasına hizmet eder. Sahnedeki o an, seyircinin kendi geçmişinden, geleceğinden getirdiği birikimlerle buluşur. Eğer bu buluşma hakikatli olursa, o an seyircinin belleğinde silinmez bir iz bırakır. Tiyatro, bir kokunun bizi alıp başka bir yere götürmesi gibi, kelimelerle, küçük bir görselle ya da sahnedeki bir “fotoğraf anı” ile seyircinin zihninde bir kapı aralar. Seyirci o anı, o andaki sesleri, hareketleri hatta kokuyu kendi belleğinde yeniden şekillendirerek saklar. Sahnedeki bir karakter, seyirciyi kendi çocukluğundaki bir sokağa, unuttuğu bir anıya götürebilir ve o ana dair tüm duygular yeniden canlanabilir. İşte bu çarpışma anı, tiyatronun seyirciyle ortak bir bellek yaratmasını sağlar. Günümüzde görsel ve teknolojik unsurların yoğun olduğu bir dünyada, tiyatro bu anlamda farklı bir deneyim sunar.

  • Sinema ve tiyatro arasındaki bu “an” yaratma farkını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sinema yönetmenin önermesiyle bir görsel zenginlik sunarken, tiyatroda bu nasıl işliyor?

Sinema, yönetmenin ve kurgucunun önermesiyle, yaşamdaki pek çok nesneyle beslenen zengin bir görsel dünya sunar. Seyirci o hikayenin içine girer ve hayal dünyası o görsellerle şekillenmeye başlar. Örneğin, Harry Potter’ı okurken zihninizde canlanan şato, filmini izlediğinizde bambaşka bir hal alır. Çünkü sinema size belirli bir görsel sunar ve tekrar izledikçe hayalinizde o görüntü yerleşir. Ancak tiyatroda boş bir sahne vardır. Seyirci, o sahnede kar yağmadığını, araba geçmediğini, devlerin yaşamadığını bilir. Çünkü bunlar animasyonla ya da gerçekçi görsellerle sunulmaz. Tiyatroda önemli olan, o boş sahnede yaratılacak küçük bir itkiyle, dekor ve sahne tasarımıyla o hissin seyirciye geçmesi ve seyircinin kendi belleğindeki hislerle bütünleşmesidir. Eğer tiyatroda bir oyuncu karda yapayalnız kalmış bir kadının çaresizliğini sahici bir şekilde anlatırsa, seyirci o kadının çaresizliğini hisseder. Oyuncu o karı görüyorsa, üşüyorsa, çaresizse, seyirci de onu görür ve üşür. Tiyatroda yan yana olmanın, sahici bir oyunu birlikte izlemenin dönüştürücü gücü buradadır. Yanınızdaki yabancı bir seyirciyle ortak bir duyguda buluştuğunuzda, oyunun sonunda ona bir yakınlık hissedersiniz. İnsanın başarabileceği en büyülü şeylerden birini ortaya çıkaran büyük bir güçtür tiyatro.

  • Gelelim Semaver Kumpanya’ya… Semaver Kumpanya bir yandan da sizlerin inadı diyebilir miyiz?

Semaver’in kuruluşu aslında hepimizin, inadı diyemeyiz de; inancı diyebiliriz. “Yaparız, biz bunu yapmak istiyoruz” inancı. Üç kişi de olsak, beş kişi de olsak buradayız. Bizim kafamız, ruhumuz, aklımız, hayallerimiz bu yönde diyebileceğimiz bir inançtı. O dönemde orası büyük bir direniş gibiydi. Büyük bir anlatma isteğiyle ve beraberce çoğalma isteğiyle doluyduk. Tıpkı birçok örnekte olduğu gibi, yaşanan zorluklar, maddi manevi sistemin yarattığı mecburiyetler pek fark edilmiyordu. Örneğin, Koca Mustafa Paşa’daki tiyatroya gitmek için Taksim’den yürümek gerekebiliyordu çünkü otobüs ya da dolmuş parası olmayabilirdi. Ama bu yürüyüş parasız olmanın acısıyla değil, “Bugün ne yapacağız?” düşüncesiyle yapılıyordu. Prova ezberlenerek, o günkü oyuna dair fikirlerle, bir umutla yürünüyordu. “Şunu da önersem ne güzel olur.” düşüncesiyle… Bu, o an için çok normal ve olağan bir durumdu. Mevzu para ya da zorluklar değildi. Üretilecek şeyin gerçekliğinde olmak bambaşka bir motivasyon yaratıyordu.

  • İnsanın bir şeye çok konsantre olduğunda fiziksel zorluklara dayanabilmesi benzetmesi üzerinden, bir oyuncunun rolüne bu denli yoğunlaşması nasıl bir şey? Bu yoğunluktan sonra “normal dünyaya” dönmek nasıl oluyor?

İnsan gerçekten bir şeye çok konsantre olduğunda, yoğun çalıştığı dönemlerde pek çok fiziksel zorluğa dayanabilir. Beyin de böyledir; bir şeye inanıp konsantre olduğunda tüm enerjisini o işi oldurmak üzerine kurar ve diğer rahatsızlık verecek şeyleri elemine edebilir. Bir şeye inanmak ve onun peşinden gitmek böyle bir şeydir. Başarı hikayelerine baktığımızda da gördüğümüz gibi, inatla devam etmek, bir şeye inanmak ve peşinden gitmek, gerçekten sizi ifade ettiğine ve var olabildiğinizi düşündüğünüz bir şeyin peşinden gitmektir. Bu, size yeni bir gerçeklik yaratır ve o gerçekliğin içindeki zorluklar, imkansızlıklar ayağınıza takılan bir taş olmaktan çok, sıçramanıza yardımcı olan birer fırsat gibi algılanır.

Bu yoğunluktan çıkmak, örneğin bir beyin cerrahının ameliyattan çıkıp normal hayatına dönmesi gibidir. Ameliyat sırasında ilahi bir konsantrasyonla çalışan cerrah, işi bittiğinde yemeğini yiyen, elini yıkayan normal bir insana dönüşür. Oyunculuk da böyledir. Tiyatroyu bir uzay bilimi gibi düşünürsek, insan ve hayata dair bilinmeyen bir “kara deliği” anlamaya çalışıyoruz. Bu, uzun yıllardır devam eden bir arayıştır çünkü insan ve hayat sürekli değişiyor. Her insan yeni bir çağ, yeni bir dönemle yeni bir galaksi, yeni bir evren, yeni bir kara delik gibidir. Tiyatro, işte o kara deliklerin peşinde giden bir insan bilimidir.

  • Beyaz arketip sanatçı algısının zamanla değiştiğini görüyoruz. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Sahnede farklı etnik kökenlerden sanatçıları görmek size neler hissettiriyor?

En başta konuşurken de değindiğim gibi, oyuncu… Tiyatro özelinde konuşursak (sinemada da benzer yaklaşımlar olabilir ama sinema yaşamdaki gerçeklik üzerinden yeni bir gerçeklik önerdiği için o gerçekliğe yakın prototipler isteyebilir), oyuncu bir tür sahne yaratığıdır. Her şey olabilir; bir duvar, bir böcek, hava, su, insan, kadın… Oyuncu, bu dünyada var olan, görülmeyen, hayal edilen her şeyi olabilme potansiyeline sahiptir. Sahnedeki asıl mesele, oyuncu yaratığının yapacağı her ne ise ona ne kadar inandığıdır. Hikayedeki kelimeleri kendi içinde ne kadar dönüştürürse, seyirci de ona o kadar inanır. Örneğin, Afrodit’i oynayacak bir oyuncunun en temel özelliği, kendisinin dünyadaki tüm güzellikleri bünyesinde topladığına inanmasıdır. Bir çiçek, bir gökkuşağı… Eğer oyuncu buna inanırsa, biz onu zaten çok güzel görürüz çünkü o karakteri öyle bir yerden yaşatmaya başlar. O zaman onun bir Afrodit olduğuna inanmak için üç boyutlu bir animasyona ya da mükemmeliyetçi bir AI çizimine ihtiyacımız kalmaz. Belki de o AI çiziminden çok daha inandırıcı buluruz çünkü duygudaşlıkla onunla bir iletişim kurarız. Bu yüzden derslerde de hep söyleriz; iyi oyuncu, güzel oyuncu diye bir şey yoktur. Bizler materyalist bir bakış açısıyla sadece fotoğrafları çekilen ya da pistte yürüyen mankenler değiliz. Oyuncu çok güzel de olabilir, çok çirkin de, korkunç da, neşeli de, sevimli de, şefkatli de… Önemli olan, o birey olarak verilmiş olan bedenin içindeki her şeyi mümkün kılan açıklık, inanç ve enerji halidir. Sahnede farklı etnik kökenlerden sanatçıları görmek ise çok değerli.


TİYATRO SEYRCİYE BİR ŞEY ÖĞRETME YERİ DEĞİLDİR

  • Çocuklarla felsefe sizin için ne ifade ediyor?

Çocuklarla felsefe benim çok ilgilendiğim ve çok sevdiğim bir alan. Tıpkı bir çocuğun her şeyi ilk defa görüyormuşçasına keşfetmesi gibi, bir oyuncu da sınırları belirlenmiş bir sahne içinde, defalarca kez oynadığı bir oyunda bile sürekli yeni keşifler yapar. Lazer tutulan bir kedi gibi, her sahneye çıktığında o anı yeniden deneyimler, her bulduğu şeyle o anda karşılaşıyormuş gibi olur. Bu hal, hayata dair büyük bir merak ve heyecan açar. Benim çocuklara olan ilgim de buradan başladı ve anne olduktan sonra daha da büyüdü. Oyunculuk ve tiyatronun yanı sıra drama hocalığı eğitimleri aldım. Dramanın en temelinde çocuklara ulaşmak ve çocuklara ulaştığınız yerde insana ve yetişkine ulaşmak vardır. Bu, aslında o ana rahmine dair arayışın, o “kara deliğe” dair merakın hiç bitmemesi halidir. Çünkü insan olarak o kadar çok şeyi bilmiyoruz ki…

Çocuklar için felsefenin en önemli yanı, cevap bulmaktan ziyade sormayı devam ettirmektir. Tıpkı tiyatroda da yapmaya çalıştığımız gibi. Tiyatro, seyirciye bir şey öğretme ya da kesin yargılar verme yeri değildir.

  • Tiyatronun seyirciye bir şey öğretme ya da doğru-yanlış dikte etme gibi bir görevi olmadığını söylediniz. Peki tiyatronun temel amacı nedir ve seyirciyle nasıl bir bağ kurmayı hedefler?

Tiyatronun öyle bir görevi ya da misyonu olamaz. Kimsenin tiyatrodan böyle bir beklentisi de yoktur. Tiyatro dediğimiz şey, gerçekten sizin merak ettiğiniz bir hikayeden yola çıkarak merak ettiğiniz bir şeyi sorgularken seyirciyi de o merakın içine dahil etmektir. Elbette bir önermeniz, bir çıkarımınız olabilir ama buna kesin gözüyle bakmak yerine, seyirciyle beraber o merakı ve belli değerleri yeniden hatırlamak, yeniden sormak için bir alan yaratmaktır belki de. İoanna Kuçuradi’nin etik üzerine yaptığı konuşmalardan çok etkilenmiştim. O da hikayelerden beslenerek değerlerin etik duruma göre değişmediğini anlatıyordu. Albert Camus’nun “Veba” kitabındaki doktor örneği üzerinden bunu çok güzel açıklıyordu. Veba salgınında insanların ölümleri karşısında kiminin çıkarına göre yorumlar yapılmasına karşı çıkıyordu. Değerler, etik durum ne olursa olsun değişmez. İnsanların öldüğü bir yerde bunun bitmesi gerekir. Pandemide de benzer şeyleri yaşadık. İnsan bunu hep yapıyor. İşte tiyatro da belki de böyle büyük büyük şeyler değil ama yüzyıllardır süregelen, durumlara, dönemlere, insanlara göre değişen soruları, aradığı doğruları ve değerleri bir bütün olarak ele alır. Tiyatronun en temel değeri bence insandır ve onu anlamaya çalışmaktır. Ya da duygularını yansıtmaya çalışmaktır. Çünkü insanın olduğu yerde duygunun olmaması imkansızdır. Ne kadar maskeler takıp duygularımızı yok etmeye çalışsak da, ne kadar zırhlarımızı giyinsek de… Bütün sistem şu anda bizi bunun üzerine beslese de… Hikâye dediğimiz şey beş on saniyelik görsellere dönüşmüşken, belki de tiyatro bir dönemde bunu anlatacak yegâne alandır.

  • Günümüzde hikayelerin kısa ve görsel odaklı hale geldiği bir çağda tiyatronun rolünü nasıl görüyorsunuz? İnsanların bu hızlı tüketim kültüründe tiyatroya olan ihtiyacı devam ediyor mu?

Evet, bizi böyle bir dönemde yaşattılar. Artık hikaye dediğimiz şey bu kadar kısa ve görsel odaklı hale geldi. Buna “hikaye” deniyor. Telefonlarımızda bir savaş görüntüsü, ardından bir yangın, sonra bir doğum günü kutlaması, biri Phuket’te tatil yapıyor… İnsan bu kadar çok farklı duygu ve bilgi bombardımanı altında hangi hissin peşinden gideceğini şaşırıyor. Bir noktadan sonra insan zihninin kendini korumak için bu duyguları bir yere kaldırıp dondurması gerekiyor ki her şeyden etkilenerek gündelik hayatına devam edebilsin. Bu kadar çok veri alırken, Ukrayna’daki bir savaş görüntüsüne baktığınızda içiniz acıyor ama sonra o duyguyu devam ettirmek istemiyorsunuz, orada kalmak istemiyorsunuz. Çünkü buna dayanmak da zorlaşıyor. Gerçeklik algımız da bu durumdan etkileniyor. Beyin, insanı yaşatmak ve korumakla görevli olduğu için, bu kadar çok olumsuzluğa maruz kalırken ister istemez gerçeklik algısıyla oynamak zorunda kalıyor. Ekranlarda gördüğümüz gerçek bir savaş görüntüsünün hemen ardından gelen bir yemek görüntüsü algımızda oyun oynayıp bizi duruma yabancılaştırırken “Er Ryan’ı Kurtarmak” ya da ” Pianist “ filmleri ilk on dakikasında , kalbimizi taş gibi ağırlaştırıp, boğazımızı düğüm düğüm yapıp bizi gözyaşları içinde bırakabiliyor. Çünkü bize artık savaşın uzaklardaki acısına hakiki bir hikayeyle yoldaş oluyoruz. İnsan, yaşadığı cehenneme rağmen hayata devam etmek zorunda kalıyor ve bu da bir tür savunma mekanizması geliştiriyor. Tiyatro işte tam da bu noktada, bu hızlı tüketim kültürünün aksine, derinleşmeye, sorgulamaya ve insanın karmaşık duygularını anlamaya bir alan sunuyor. Hikayelerin derinliğine inmek, karakterlerin iç dünyalarını keşfetmek ve ortak insanlık hallerini paylaşmak için tiyatroya olan ihtiyaç bence her zaman devam edecek.

  • İçinde bulunduğumuz “şizofrenik sistem”de sağlıklı kalmanın zorluğuna değindiniz. Kişisel gelişim gibi kavramların dayattığı tek doğruculuk ve bireysel sorumluluk algısı, bu zorluğu nasıl etkiliyor?

Tabii ki insan mekanla, çevreyle ve bulunduğu her şeyle sürekli yeniden konumlanıp biçimleniyor. Kapitalizm ve şizofreni kitabında bahsedildiği gibi, bu kadar şizofrenik bir sistemde sağlıklı kalabilmek gerçekten çok zor. Çünkü sürekli dışarıdan dayatılan bir “doğru” var. Kişisel gelişim gibi kavramlar bile tuhaf bir şekilde standart bir “iyi” halini dayatıyor. Sürekli hayattan ne istediğini bilmek, pozitif düşünmek gibi bir sürü “olması gereken” söyleniyor. Bu da yaşadığımız sistem içinde gerçekliği evrilten, değiştiren ve dönüştüren bir şeye dönüşüyor. Örneğin, para gelmiyorsa bunun enerji çakrasının kapalı olmasıyla açıklanması gibi… Her şeyi kişinin kendinde, kendinden sorumlu görmesi aslında yaşadığımız sistemin yükünü bireye yüklüyor. Çünkü sistem size “Ben senden çalıyorum” demiyor. “Pozitif düşünen insanlarla beraber ol” diyor. E o zaman bir başkasının derdi bana da geliyor. Paylaşmak dediğimiz şey beraber üretmektir.

  • Hikayelerin ve tiyatronun, gerçeklerin ağırlığını taşımamıza ve kendimize bakabilme cesareti vermemize nasıl yardımcı olduğunu düşünüyorsunuz?

Aslında bütün çağlarda, tarihe baktığımızda da görüyoruz ki insan hep bir ikilem içinde olmuştur: Dünyadaki her şeyi kendine ait isteyip en iyisini arzulayanlarla, her şeyi beraberce paylaşarak daha da büyüyebileceğini düşünenler… Hep birileri başka bir canın derdini dert edinirken, birileri de başka canlara dert vermiştir. Ama şu bir gerçek ki, hikayeler varsa yaşıyoruz. Hikayeler ölünce hep birlikte yok olacağız. Hikayelerin yok edildiği, aynılaşmaya çalıştığı ve değersizleştiği bir dönem, aslında bize dair pek çok şeyi de kaybettiğimiz bir dönemdir.

Gerçeklerin ağırlığını anlamak için hikayelere ihtiyacımız vardır. Ancak o hikayelerle kendimize bakabilme cesaretini buluruz. İşte bu yüzden, tiyatro yapmaya çalışırken, dersler verirken, bunca zorluğa rağmen tiyatroya devam etmeye çalışırken şunu düşündük: Eğer bir şeyler yapmasaydık, tıpkı Sait Faik’in “Yazmasam, delirirdim.” demesi gibi, tiyatro yapmazsak biz de “Delireceğiz, öleceğiz.” Savaşlar, depremler, yangınlar… İnsanların çocuklarına anlatamayacağı şeyleri yaşadığı bir dönemdeyiz. Bütün bu ağırlıkla baş etmemiz gerekiyor. İşte tam da bu yüzden tiyatro yapmamız lazım. Bütün bu acıların ve gerçekliğin ağırlığında hikayelere tutunmamız gerekiyor çünkü ancak o hikayelerle kendimize ve insana dair yeniden ve yeniden bitmeyen bir umut yeşertebiliriz. Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın atölyesine yazdığı gibi, “umutsuzluğa alışmamak” gerekiyor ve bu hikayelerle mümkün.

  • Edebiyatın, özellikle kurmacanın insan üzerindeki dönüştürücü gücüne değindiniz. Günümüz dünyasında, sürekli kötü haberler ve kaygılarla kuşatılmışken, hikayelerin ve sanatın umudu yeniden yeşertme ve insanları bir arada tutma gücü hakkında neler düşünüyorsunuz?

Yaşadığımız her şey, her haber farkındaysan hep bizi kilitleyip hiçbir şey yapamayacak hale getiriyor. Sürekli kötü şeyler oluyor, kötü şeyler söyleniyor, kaygılarımız besleniyor, geleceğe dair karanlık senaryolar sunuluyor. Böyle bir durumda kilitlenip kalıyoruz. Edebiyat en temelde, özellikle kurmaca, bizim gerçekten insanı anlamamızı, karşımızdakini anlamamızı ve empatiyi geliştirmemizi sağlar. Halk diliyle “halden anlama”ya dair bir alan açar bize. Yaşar Kemal okuyan, İnce Mehmet’i okuyan birisinin gidip birine zarar verme ihtimali gerçekten çok düşüktür. Sadece bunun için bile, evet sadece bunun için bile edebiyatın değeri büyüktür. Demek ki erken öğrenmek değil, bilinçlenmek önemli.

Bu, çocuğun ailesinden getirdiği farklı bilinçlerden sıyrılıp, sosyal ortamda nasıl davranması gerektiğini öğrenmesini, başkalarının anlam dünyasını kavramasını sağlar. Günümüzde çokça konuşulan akran zorbalığı (buling) konusuna gelirsek, bizim zamanımızda kompozisyon dersleri çok önemliydi. Bir şey okur ve onun üzerine yazardık. Bence edebiyatla, kurmacayla sürekli ilişkide kalmak, başka birine zorbalık yapmayı bile engeller. Çünkü okuduğunuz şeydeki bir acıyla başka türlü bir bağ kurarsınız. Başkasının canını acıtmak, bile isteye canını acıtmak size zul gelir çünkü orada bir yeriniz açılmıştır, bir empati kanalı oluşmuştur artık.

Her şeyin telefona, akıllı ekranlara döndüğü bir yerde, kitap aslında kitaptan çok kurmaca demektir. Bu nedenle çocuk kurmaca ile ne kadar ilişkili olursa hayatı anlaması da o kadar kolaylaşır. Bu benim değil, kızımın tanımı. Babasıyla sinema üzerine konuşurken, sinemanın ne olduğunu sorduğunda, kızım “Hayatı anlamanın kısa yolu!” demişti. Kurmaca en temelde budur.

E. İlkay Yaprak
e.ilkay@grifons.com