Yunus Emre Kaya: NusNuran – V

Nuran ve Töz ve Aşk ve Göz ve Hatıra

Güzel Nuran, söyleşmelerimiz pek kısa oluyormuş. Dediler ki bana “hanımefendiye rica etsen de lutfedip biraz daha vakit ayırsalar…”

Başkalarını araya sokup beni daha çok yormanın yollarını aramıyorsun değil mi Nus?

Ne münasebet efendim, siz kanmazsınız öyle ucuz numaralara.

Ben gene de ikaz etmiş olayım. Pencerede kuş seyrimden feragat edip biraz daha zaman ayırabilirim. Ne konuşacağız bugün, söyle bakalım?

Geçen sohbette “ben senim” demiştin ya…

İtirazın mı var?

Ne haddime. İtiraz değil de farklı bir açıdan bakmak diyelim. Aristoteles’e göre birincil dereceden töz, başka bir birincil dereceden töze yüklenemez. Bu durumda “ben senim” diyemezsin. Çünkü Nuran olarak sen de Nus olarak ben de birincil tözleriz.

Nus, anlamaz anlamaz baktığımın farkındasın değil mi? Kediyim ben, kediye anlatır gibi anlat. Nedir töz?

Töz, senin varlığını oluşturan, seni sen yapan şey. Senin Nuran olman birincil töz mesela. Kediliğin de ikincil töz.

Karıştırma benim aklımı!

Örnek üzerinden gidelim: “Nuran kedidir.”

Evet, kediyim.

Burada “Nuran” birincil töz. Aristoteles bu birincil töze “özne” diyor. Kedi ise ikincil töz.

O da yüklem mi oluyor peki?

Evet güzel Nuran. Şimdi ben sorayım, “Nuran kedidir” demeseydik de “Nuran Mümtaz’dır” deseydik ne olurdu?

Çok güzel olurdu. Aklıma hemen Fuzûlî’nin “Ger ben ben isem nesin sen ey yâr / Ger sen sen isen neyim ben-i zâr” beyti gelirdi.

Ne güzeldir o… Bari hikâyesini de anlat Nuran, hatırlayalım.

Mecnun, Leyla’yı içindeki aşkla bir tutuyor ve kendisini onunla bütün sayıyor. Ama bir gün çölde Leyla ile karşılaşınca, onu maddi olarak kendinden ayrı görünce hayıflanarak bu cezbe sözlerini söylüyor: Ben, ben isem senin karşımda ne işin var? Karşımdaki sen isen benim Mecnunluğum kalmamış demektir.

Yani?

Yani Leyla Mecnun’dur, Mecnun da Leyla’dır.

İşte Aristoteles’e göre bu mümkün değil. Diyor ki “bireyin tözü, ona has olan ve bir başkasına has olmayan tözdür.” Yani Leyla’nın Mecnun olamayacağı gibi “Nuran Mümtaz’dır” diye bir cümle de kuramayız.

Halt etmiş Aristoteles, Fuzûlî’den iyi mi bilecek!

Sakin olun Nuran Hanım. Adam onca düşünmüş, akıl yürütmüş…

Nus, tepemi attırma benim! “Dünyaya akıl gözüyle bakana dünya da o gözle bakar” demiş adam.

Vay efendim, siz ne ara Hegelci oldunuz?

Hegelci megelci olduğum yok, ke(n)dime göre akıl yürütüyorum ben de.

Hegel o cümleden önce “bilimsel olması gereken her şeyde akıl tetikte kalıp derinlemesine düşünmeli” diyor. Bağlamından koparma.

Aşk bilimsel bir şey olabilir mi Nus, delirtme beni!

Nasıl bir şeymiş aşk?

“Söylerim ger aşk ile dinler isen.”

Hayretler içindeyim Nuran…

Evet, Âşık Paşa’yı da bilirim Garibnâme’yi de. Neler biliyorum da bilmezden gelip seni imtihan ediyorum hep. Sen bilmezsin şimdi, Nâbî’nin “bilir bilmezlenir” redifli gazelini aç bakalım. Son beyti sesli oku.

“Bu bilip bilmezlenen kâmil mükemmel âşıkan / Her husûsu keşfedip ezher bilir bilmezlenir”

Yani ben de kemale ermiş âşık kedilerden biri olarak her şeyi çok iyi bilirim ama edebimden, bilmez gibi davranırım.

Sen ne güzel bir…

Dur, taksimle eser arasına alkış girmez. Bunu da öğrenmiş ol. Başlıyorum anlatmaya.

Buyurun efendim.

Geçen söyleşmemizde şiirin her şeye galip geldiğini söyleyen sendin. Buradan zarif bir geçiş yapıyorum şimdi. Ne diyor “Berdücesi-1962” şiirinde? “göz değil aşk / aşk değil bin çeşit göz” Bir de Tanpınar’ın “Evin Sahibi” hikâyesine kulak verelim: “(…) aşkın mucizesiyle, etrafıma başka türlü bakmağa başladım. (…) Yavaş yavaş kül rengi duvarlara aydınlık serpilmeğe başladı. Eşya içimde sihirli bir dille konuştu, saatler ümitten yüzlerini takındılar (…).”

Yani dünyaya aşk gözüyle bakacağız ki sınırlı beşer bakışımızdan kurtulabilelim.

Ve bin çeşit göz sahibi olalım. Bu “bin çeşit” sözünü de nicelik olarak anlama sakın, kuşatıcı bir bakışın tarifi o. Tanpınar’ın “başka türlü” dediği bakış da o işte. O aşk bakışı sayesinde mekân parıldamaya, eşya dile gelmeye, zaman kendi kendine geçmeyi bırakıp akmaya başlıyor, bizi de içine alıyor. Çark mekaniğini, “süren daraldı!” tik-taklarını bırakıp sakin bir nehirde manzarayı seyrettirerek sürüklüyor insanı.

Buraya Turgut Uyar’dan birtakım “Açıklamalar” getirebiliriz o hâlde.

Lütfen efendim, buyurun.

Uyar, şiire kendisini de zamanla birlikte dondurmuş öznenin tarifiyle başlıyor: “Durursa anlaşılır saatin kaç olduğu / Ürkek yürek bütün geçmişi kabulleniyor.”

Zaman çarkında sıkışıp kalmak bu, aynı zamanda çarkı da tıkamak.

İkinci bölümün başında da şöyle diyor: “Benim vaktim bir terliğin vaktidir / Onursuz. Ayakta. Ve kullanılan.”

Ümitsiz bir vakti yaşayan, başkası tarafından sürütülen önemsiz bir eşya. Sonra…

Sonraki bölümü de maşuka seslenme olarak okuyalım. Bir sevgili olunca ümitsiz ve onursuz vakit değişip sonsuza evriliyor ve eşya cana geliyor: “İçinde sizin de olduğunuz gece / Sonsuz bir kaynaktır, bir çizgiye”

Acaba o çizgiyi, bahsettiğimiz “sakin nehir” olarak yorumlayabilir miyiz?

Neden olmasın…

İçinde sevgilinin de olduğu gece, aşka işaret edebilir mi?

Etsin.

Onu diğer mısraya birbirine bağlarsak diyebiliriz ki aşk sonsuz bir kaynak.

Öyle görünüyor.

Yani başlangıcı ve bitişi yok, tükenmez. Şiirdeki öznenin aşkı, Mümtaz’ın Nuran’a aşkı, Mecnun’un aşkı hep ondan pay alıyor. Ama dünyadaki her aşka pay veren o kaynaktan hiçbir şey eksilmiyor.

Tuzağa düşürdün beni Nuran!

Ben bir şey yapmadım Nus. Birlikte araştırıp sonunda Eflâtun’un idea’sına vardık. Tekrar söylüyorum, halt etmiş Aristoteles. Kedilik sırrınca diyorum ki sen-ben değiliz töz. Biz eksiğiz, kusurluyuz, yoksunuz. Aşkla tamamlanmak, kemale ermek istiyoruz. O yüzden de diğer yarımızı arıyoruz.

Bu durumda Fuzûlî de galip gelmiş oluyor.

Tabii. Onun rengi de Eflâtun. “Ârif ol sevdâ-yı aşk inkârın etme ey hakîm / Kim vücûd-ı halkdan ancak bu sevdâdır garaz” Söyle bakalım ne diyor…

“Ey bilge, aşk sevdasını inkâr etme ki ârif olasın. Çünkü bu sevdadır yaratılışın gayesi.” Sebeb-i telifimiz aşk yani…

Eyvallah Nus, öğreniyorsun, sen bağlamasan ben bağlayacaktım mevzuyu İsmet Özel’in şiirine. Göster şimdi hünerini bakalım.

Sen oku Nuran, ben de çözmeye çalışayım mısraları.

“Diyorum hepimizin bir gizli adı olsa gerek
belki çocuk ve ihtiyar, belki kadın ve erkek
hepimiz, herbirimiz gizli bir isimle adaşız
yoksa şimdiye kadar hesapların tutması lâzımdı
hayatımıza kendi adımızla başlardık
bilmediğimiz bu isim, hesaptaki bu açık
belki dilimi çözer, aşkımı başlatırım
aşk yazılmamış olsa bile adımın üzerine
adımı aşkın üstüne kendim yazarım.”


Hepimizin adaş olduğu gizli bir isim var. Mecnun Leyla ile adaş, Mümtaz Nuran’la. O adaşı bulamadığımızda dünyadaki hesaplarımız şaşıyor. Tutmuyor hesaplar çünkü Aristoteles’e uyup kendimizi birincil töz zannederek hayatımıza kendi adımızla başlıyoruz. Hâlbuki bizi biz yapan şey, bizde değil. Şiirin başında da zaten “bize ait olan ne kadar uzakta” diyor İsmet Özel. Hesaptaki açığı, uzaktaki adaşımızla kapatabiliriz ancak. Açık kapanınca, yarım tamamlanınca aşk başlar, dil çözülüp cezbeyle gönülden söylemeye başlar. Dilimizi çözecek olan, adaşımızdır ancak.

“Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
bakıp başkasının başkayla kurduğu bağlantıya
aşka dair diyoruz ilk anı bu olmalı”


Burada ne var Nuran Hanım?

“Bilgi hatırlamadır” demiyor mu Eflâtun… Aşk ruhumuzda mevcut zaten ama bazımız unutuyor onu, aşksız kalıyor, onu hatırlatacak bir bağlantı lazım geliyor o zaman. Orada da “başkalarının aşkı” giriyor devreye “yaprakla yağmurun aşkı mesela.”

“kokusu gitmediğimiz şehirlerin önceden / bir baş dönmesiyle kabarıyor hafızamızda” Sen neymişsin be Nuran!

Ben hiçbir şey değilmişim Nus, “aşk imiş her ne var âlemde, ilm bir kıyl ü kal imiş ancak.”

O zaman Erkan Oğur eksikliğimizi Şah Hatâyî’den bir nefesle söylesin de dinleyelim.

Eyvallah Nus. Ama adaşını anmadan geçmeyelim. Oku, kendi özünden oku.

“Ben bu sûretten ileri adım Yûnus değil iken / Ben o idim o ben idi bu aşkı sunanda idim”

Yunus Emre Kaya