Kaybolmuş Yaşam Yiyiciler…

İlk kez, 2006 yılında, analiz yeteneğinden yoksun olduğuna inandığım bir arkadaşımla, 8-10 kişinin bilmeden kendini attığı bir sinema salonunda izlemiştim bu derinlikli filmi. Yanlış zamanda, yanlış yerde, yanlış insanlarla seyre dalmak bu olsa gerek.

Tutku Oyunları adı altında, tamamen yanlış bir çeviriyle vizyona girdi Little Children. Fakat sanırım filmi kusursuzluktan kurtaran da bu oldu.

En ince ayrıntısına kadar düşünülmüş banliyö hayatı yine yakın plandaydı.

Amerikan banliyö hayatı deyip geçmeyin, kuşkusuz bu filmi Türkiye’de hak ettiği ilgiyi göremese de hafızalara kazıtan bizim yaşadıklarımızın da bundan çok farklı olmadığı gerçeğiydi…

Dominant ve çalışan bir kadın, hala baro sınavını kazanamayıp evde çocuk bakan yakışıklı kocasıyla sorunsuz(!)bir hayat sürerken, zengin ve sapkın kocasıyla kocaman bir evde yalnızlığını ve küçük kızını büyüten bir kadın aralıyor perdeyi. Nefretle tecrit edilen bir karakteri de var bu filmin; çocuk tacizinden hapse girip çıkmış bir sapık ve ona sahip çıkan annesi…

Yalnızlıkları gittikçe derinleşen Brad ve Sarah; boşluklarını doldurmaya başlıyorlar gitgide… Cinselliğe ve yeniliğe duyulan açlık, büyüyüp olgunlaşamayan fikir ve duygular… Bir türlü büyümeyen, büyüyemeyen ya da büyümek istemeyen küçük adam ve kadınlar topluluğu gibi görüyoruz karakterleri, ki filmde verilmek istenen de bu. Ancak büyümemiş yani çocuk kalan yanımızın gerçekten ‘masum’ olması gerekmiyor mu? Oysa bu insanların yapıp ettikleri fazlasıyla kötü…

Bu filmin içine girip, bir yığın yanıtla çıkmanız olası değil ama bir A4 dolusu soru yöneltebilirsiniz. Başarılı bir kitap uyarlaması olan Little Children, hayatımızdaki bir eksikliğe, edebiyata da değip geçiyor Sarah’ın okuma azmi ve

Madame Bovary hayranlığı sayesinde.

Sürekli tekrara düşülen bir hayatta oyalanan banliyö sakinleri, kıymetini henüz keşfedemedikleri zamanlarını ümitsiz bir sükunetle hırpalarken, aşkın ve sapkınlığın nasıl içten içe insanı çürüttüğünü ironik bir şekilde yaşıyorlar.

Yeterince yakından baktığınızda ancak her şeyin olası olduğu gerçeği ile yüzyüze geliniyor sanırım. Nesneler, biçimlendirmeler, koşullar, her şey ama her şey mükemmele yakın olabilir fakat bunu içinde yaşayan insanlar için söylemek imkânsız. Film ‘Yaşadığı hayatı istemeyen insanlar’ resmi geçidine dönüyor adeta.

Bir şeylerin artık tarihe karışmasını, unutmayı, yeniden yaşamayı istiyor herkes. İyilikle dolu değiller belki ama kötülüğe değmeye de korkuyorlar aslında. Kirlettikleri mekânı terk eden, temiz tutmak ya da temizlemek zahmetine girmeksizin yeni olanı elde etmek çabası belki de, kimbilir…

Little Children, iyiliğin zerafetinin bir giz haline gelip, kötülüğün örgütlü bir şekilde nasıl hızla yayıldığını tüm katmanlarıyla sindire sindire seyircisine gösteriyor. Bu film için; kaybolmuş, yaşamın tam olarak ne olduğunu unutmuş, unutulmuş insanların, yaşam yiyicilerin yani aynadaki aksimizin yansıması demek mübalağa olmaz bana kalırsa.

Bu filmle ilgili performans sorgulamasına girmek ise mümkün değil; Kate Winslet, Patrick Wilson, Jackie Earle Haley… Gerçekten yaşadıklarına inandıracak kadar sade ve ürkütücü bir göz kamaştırıcılığa sahipler. Filmdeki adaptasyonun hayranlık uyandırıcı olduğunu da belirtmekte fayda var,

2001 senesinde ‘Yatak Odasında’ adlı filmiyle Oscar ve Altın Küre adaylığı alan Todd Field bu filmiyle insanı daha da özel bir şekilde betimliyor.

Todd Field ve Tom Perrotta’nın kaleme aldıkları senaryonun çok dahiyane bir şekilde görsel malzeme içerdiğini de ekleyelim.

Ve 4 yıl sonra okuduğum bir Lale Müldür şiiri tekrar anımsattı bu filmi.

“…………………………………..

Bazen ama bir insanla bir şey olur
kısa süren bir şey
iki geyiğin sıçrayıp havada öpüşmesi gibi
bazı insanlarla yıllarca görüşsen de bir şey olmaz…”

Okudukça, hatırladıkça suskunlaştım… Bir şeyler dibe doğru çöktü, birikti, ağırlaştı… Hayata dair seçimleri yine, yeniden sorgulamak için seyre daldım, şiirden müsaade isteyerek…

E. Belgin Özdemir