Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinde dünyaya gelen Nuray Önoğlu, Jeoloji Mühendisliği’ni tamamlamasınına ardından Paleontoloji alanında uzmanlaşmış ve fakat yaşama dair heyecanını her daim korumuş. Kendi deyimi ile akademiden emekliliğin erken gelmesinin ardından çeviriler yapmaya başlayan Önoğlu şimdilerde İzmir’de bulunan Yerdeniz Kitapçısı’nda misafirlerini ağırlarken bir yandan da; Çevirmen, Editör, Masal Anlatıcısı olarak sevdiği alanlarda üretmeye devam ediyor.
Uzun yıllardır eşi Ergun Tavlan ile İzmir’de yaşayan ve kentin hafızasına dair kayıtları erken dönemlerde almaya başlayan Nuray Önoğlu’na İzmir’i ve İzmir’de yaşam kültürünü sorduk.
- Şehir, yaşam, üretim üçgeninde kimlikler sizce nerede duruyor?
Şehirler, bambaşka kültürlerden, geçmişlerden gelen, birbirinden apayrı hikâyeleri olan kimliklerin buluşma yerleri. İzmir son derece kozmopolit yapısıyla, bambaşka kimliklerin temasına, etkileşimine olanak tanıyan bir şehir. Şehir kültürünü benimsedikçe, şehir yaşamına katıldıkça kimlikler değişip dönüşebileceği gibi; mevcut kimliğine sıkı sıkıya sarılıp kendi gettosunda yaşamanın yeğleyenlerin yahut dışlanıp kendi gettosuna kapanmaya mecbur bırakılanların durumunda, pekişip katılaşabilir de. Zeytinyağlı yemek mefhumundan neredeyse habersizce kırk küsur yıl önce İzmir’’e geldikten sonra, birkaç yıl içinde, Egeli komşularıyla olan etkileşimi sonucu zeytinyağlıları mutfağının asal bir bileşeni haline getiren annem geliyor aklıma. Onlar da annemin ketelerinden, kavurmalarından, Erzincan tulumlarından yemişlerdir mutlak.
Şehrin neresinde ve nasıl yaşayacağınız, büyük ölçüde sınıfsal, etnik, dinsel ve cinsel kimliklerinize bağlı. Örneğin trans kadınların ve LGBTİ bireylerin görece rahat yaşayabildiği ve yaşayamayacağı semtler var İzmir’de. İşçi sınıfının ve varlıklı kesimin yoğun olarak yaşadığı semtler var ve birbirinden ayrı. Eskiden birbirine uzaktı da. Şimdi gökdelenler en yoksul mahallelerin dibine sokuldu. Bundan sonra olacakları yaşayıp göreceğiz.

- İzmir’e dair en sevmediğiniz şikayet nedir?
İzmir’in ırkçı ve ayrımcı olduğu suçlaması. Duyup işiten memleketin her yeri günlük güneşlik, bir tek İzmir’de ırkçılık, ayrımcılık var sanır. Bu ülkenin her yeri ırkçı, ayrımcı olduğunun zerrece farkında olmayan ırkçı ve ayrımcılarla dolu maalesef. Tabii metrekare başına eşit dağılmamıştır bu arkadaşlar ama İzmir’in bu bakımdan özel bir yeri hak ettiğini sanmıyorum. Daha ziyade İzmir’in “modern”, “demokrat”, “ilerici” vb. sıfatlarla tanımlanan yaşama biçimine yönelik, çoğu kez farkında olunmayan bir öfke seziyorum ben bu ithamların altında. Bir tür “sizin o modern, demokrat, ilerici dediğiniz şehirde nasıl bir gizli ırkçılık var, nasıl bir ayrımcılık var, bir bilseniz!” mesajı saklı gibi bir yerlerde. Yanlış da değil söylenen belki ama böyle söylenince, İzmir bilhassa bu nitelikleriyle tanımlanabilirmiş, tanımlanmalıymış gibi bir hava oluşuyor. Öte yandan, belki gizli bir iltifat da gizli bu ithamda: İzmir’e yakışmıyor. İzmir’de olsun görmemeliydik, daha az görmeliydik bunları. Ne de olsa modern, kozmopolit, seküler yönleriyle öne çıkan bir şehir, demek istiyor da olabilirler. Ya da benim ezeli iyimserliğim böyle bir okumaya yöneltiyordur beni. Bir de şu var: Belki de hoşnutsuzluğum, bu ithamların bir kadın olarak memleketin en rahat ettiğim, en huzur içinde yaşayabildiğim şehrine yönelik olması yüzündendir.
- Şehirleşme kültürünün kentlerde kendine yer bulabildiğini düşünüyor musunuz?
Bulduğu yerler de var şüphesiz, fakat bulamadığı yerler daha çok. Belki bunu ilk sorunuzla ilintili olarak düşünmek mümkün. Farklı etnik, dinsel, ekonomik, sosyal kimliklerin kümelendiği; kendilerine özgü bir kültürel iklim/ortam yarattıkları yerler bilhassa büyük şehirlerin hepsinde var. O “gettolaşma” şehirleşme kültürünü köstekliyor olabilir. Fakat yaz akşamları Karşıyaka, Alsancak, Mithatpaşa sahillerinde her sınıftan, kültürden, cinsel kimlikten insanı yan yana, bir arada görmek mümkün. Bu tür temasların, bir aradalıkların herkesin üzerinde az ya da çok bir etkisi vardır muhakkak.
- Şehrin sokaklarında sizi çeken detaylar var mı?
Olmaz mı! Şimdilerde önüne kıyı boyunca Çin Seddi misali blok apartmanlar dikilmiş olsa da, denize dik sokaklarda yazın hissettiğiniz insanı ferahlatan esinti. Şurada burada kalmış, tek katlı bahçeli/avlulu evler. Tek tük de olsa restore edilmiş eski binalar; hanlarda, sokak aralarında varlığını sürdüren esnaf lokantaları. Kültürpark’taki bitkiler ve kuşlar. Yaz akşamları sandalyesini masasını alıp sahilde keyif çatanlar. 18 yaşındayken gittiğiniz yerleri 60’ınızı geçmişken yerinde bulmak. Bugün şehirde uzunca yürüdüm ve üniversite öğrencisiyken kitap aldığım Yavuz Kitabevi’nin, arkadaşlarla oturduğumuz Lozan Pastanesi’nin hâlâ açık olduğunu görüp sevindim.



- İzmir’e özel bir çalışma yapılsaydı, sanatın hangi alanında olmasını tercih ederdiniz?
Dans ve müzik! İzmir’e dans ve müzik yakışırdı. Yıl boyu, çeşitli vesilelerle, çokluk açık havada gerçekleştirilen müzik ve dans festivalleri, yarışmaları, kursları. Sokaklarında, meydanlarında, müzik çalınan dans edilen bir şehir. İzmir’in havası, iklimi, yaşama biçimi çok elverişli buna.
- Yaşam sanatına hizmet edebilecek bir ortam oluşturmanın bedeli sizce nedir?
Ütü masası. Ciddiyim. Geçenlerde sosyal medyada bir video gördüm. Koltuğunun altında bir ütü masası koymuş bir sürü insan yürüyerek, bisikletle, motosikletle bir yere gidiyor. Videonun başında bir soru var: Bu insanlar ütü masalarıyla nereye gidiyor? Sonra bir sokak görüyorsunuz; boydan boya, birbirine ulanmış ütü masalarının üzerinde yiyecekler, içecekler ve iki yanda insanlar: Konuşan, şakalaşan, gülen, mutlu insanlar. Ütü masalarımızı alıp Kordon’da upuzun bir sofra kurmamıza, hepimizin olanağı ölçüsünde yiyecek içecekle gidip, olanağı olmayanlarla da paylaşmamıza, hep birlikte yiyip içip eğlenmemize engel nedir? Hele de hem ülkede hem dünyada hepimizi umutsuzluğa, kedere gark eden bir sürü şey olup biterken. Memlekette yoksulluk ayyuka çıkmışken. Bizim Alevi cem törenlerinin sonundaki lokma ritüeli çok ilham vericidir bana kalırsa: Ceme katılan herkes imkanı ölçüsünde “lokma” yani yiyecek götürür. Cemin sonunda getirilen lokmalar kimin ne getirdiğinden bağımsız olarak, eşit biçimde paylaşılarak yenir. Böyle şeyler hem hemşehrilik duygusunu güçlendirecek hem de yaşama sanatında ustalaşmamıza yardım edecektir.
Esasen, çoğu şeyin bedeli sanıldığı kadar yüksek değildir. Yeter ki yapma, gerçekleştirme niyeti ve iradesi olsun. Yeter ki birileri önayak olsun. Yeter ki bir kere yapılsın ve tadına varılsın. Aklıma her eylül ayında yapılan “Süslü Kadınlar Bisiklet Turu” geliyor mesela. Kadınlar süslenip püslenip bisiklet sürüyor. Harika bir fikir neresinden baksanız. Sonra geçmiş yıllarda belediyenin yaptığı gezici sinema etkinlikleri geliyor aklım. Semt semt dolaşıp halkın ücretsiz film izlemesine olanak yaratıyorlardı. Maliyeti büyük işler değil bunlar ama hayal gücü ve yapma iradesi gerektiriyor.

Torbalı’nın Karakuyu Köyü’nde bulunan bir Laber Kimya Tesisleri dört yıldır bir masal festivaline ev sahipliği yapıyor. Her yıl, bir hafta sonu insanlar çoluk çocuk gelip masal dinliyor, türlü çeşitli etkinliklere katılıyor. Bu sene köyün bazı duvarları boyandı bu festival çerçevesinde. Bedeli çok büyük değildi ama etkisi inanılmazdı; hem köylüler hem de ziyaretçiler açısından.
E. İlkay Yaprak