Ali Haydar Yeşilyurt: “Herkeste Biraz Kendimizi Görüyoruz”

Genç yaşlarda fotoğraf tutkusunu dünya genelinde büyük saygı gören karelere imza atarak taçlandıran Ali Haydar Yeşilyurt, şimdilerde Londra’da yaşamını sürdürüyor. Türkiye’de Fazıl Say’ın portreleri ile tanınan ve Avrupa’da 24 ayrı ülkeyi kapsayan “Face of Europe” foto belgesel projesi ile “En Başarılı Uluslararası Toplumsal Foto Belgesel Proje Onur Ödülü” kazanan Yeşilyurt aynı zamanda usta savaş muhabiri Coşkun Aral’ın da yeleğinin yegâne sahibi.

Hindistan, Afrika, Amerika ve Küba’daki fotoğraf projeleri ile adından sıkça söz ettiren Yeşilyurt’a, gezdiği ve deneyimlediği onlarca şehrin ardından kültürü ve şehirleşme kültürünün toplumda kendisine nasıl yer bulduğunu sorduk.

  • Şehir, yaşam, üretim üçgeninde kimlikler sizce nerede duruyor?

Ağır sanayi endüstrisinden farklı disiplinlerdeki sanat akımlarının oluşturduğu ekonomiye kadar hayatı ve şehri var eden, işçi sınıfıdır. Geleneksel bir tanımlamayla bahsettiğim bu sınıf vurgusu, çağımızda tüm profesyonelleri kapsayacak şekilde genişlemiş; beden, ruh ve zihin üçlemesiyle üretimlerini herhangi bir sermayeye dayandırmaksızın, kendi öz benliğiyle var eden insanlar topluluğuna dönüşmüştür.

Bunlar, toplumun çoğunluğunu oluşturanlardır ve ne yazık ki şehrin kaosundan en çok etkilenenler de onlardır. Diğer yanda, azınlık bir bileşen olarak tanımlayabileceğimiz elitler ve erk sahipleri ise şehrin soyluları olarak, soylarını aynı konforda sürdürebilecek önlemlerle hayatı, şehri ve eğitimi dizayn etmektedir.

  • Londra’ya dair en sevmediğiniz şikâyet nedir?

İklim tabii ki. Güneş, yılın son derece sayılı günlerinde kendini gösteriyor. Yılın büyük kısmında havanın kapalı ve sıklıkla yağışlı olması, mental açıdan depresif bir ruh hâli yaratmasının yanı sıra, doğal yollarla almamız gereken D vitamini gibi ihtiyaçlarımızı karşılamamızın da önünde bir engel oluşturuyor.

Ancak diğer taraftan bakıldığında, kapalı havanın iyi yönleri olduğunu da söyleyebilirim. Örneğin, güneş ışınlarına karşı daha korunaklı bir cilt sağlığına sahip olduğumuzu düşünebiliriz. Ayrıca, dört mevsim olarak değerlendirecek olursak Londra’daki iklim aslında daha çok ilkbahar ve sonbahardan oluşuyor. Ağır bir kış ve yoğun kar yağışlarıyla karşılaşmıyoruz; bununla birlikte kavurucu sıcaklarla da baş etmek zorunda kalmıyoruz.

Bir açıdan bakıldığında, bu durumun keyfini sürmek de insan için tercih edilebilir bir rahatlık sunuyor.

  • Şehirleşme kültürünün kentlerde kendine yer bulabildiğini düşünüyor musunuz?

Şehirleşme, bireyin köyden kente göçüyle kendini tamamlayan bir süreç değildir. Kentleşme, kişinin kent kültürünü kendi hayatına adapte etmesiyle mümkün olur ve bu, ne yazık ki kuşaklar arası geçiş gerektiren, istatistiksel olarak yüzyılı bulan bir süreçtir.

Köyden kente göç eden bireyin ancak üçüncü kuşak nesli, kentli olma sürecini kendisi için başlatabiliyor. Hangi ekonomik veya sosyal statüye ulaşmış olursanız olun, hangi eğitimi alırsanız alın, ne kadar şehirler, ülkeler hatta kıtalar arası seyahatler yaparsanız yapın, eğer köylü bir ebeveynin yetiştirdiği bir bireyseniz kentli gibi düşünemez ve size öğretilen feodal yargıların etkisi altında kararlarınızı ve yaşam prensiplerinizi şekillendirirsiniz.

Kent kültürünün temel sorumluluğu, bireysel çıkarlar için değil, toplumun yükselmesi ve ilerlemesine dönük umut ve eylemler üretmektir.

Kent kültürü, birlikte yaşam deneyimini, öğrenmeyi ve yeniyi keşfetme duygusunu insana kazandırırken; feodalite aidiyet hissi ve mal-mülk biriktirme motivasyonu üzerine kuruludur. Eğer ahlaki olarak kendinizden olmayanı yargılamaya devam eder, toplumsal refah ve nizam yerine bireysel zenginleşmeyi önceliklendirerek diğerlerini yok sayarsanız, büyük kentler kurup o büyük kentlerde yaşasanız bile kent kültürünü oluşturamazsınız.

Kentleşme; birlikte yaşam kültürünü, ahlaki ve bilimsel eğitimi kuşaklar boyu sürecek bir çabayla oluşturabileceğiniz bir süreçtir.

  • Şehrin sokaklarında sizi çeken detaylar var mı?

Muhtemelen insanların hayatta kalma mücadelesi diyebilirim. Üstelik hangi gelir düzeyinde olursa olsun, tüketim toplumunun insanlar üzerinde yarattığı sosyoekonomik ve moral deformasyonlar, iç seslerimizin aynası gibi. Herkeste biraz kendimizi görüyoruz aslında. Doksanlı yılların en popüler kavramıydı yabancılaşma. Bugün bu kadar sık telaffuz edilmese de yabancılaşma ve yalnızlık duygusu, toplumun her kesiminde ne yazık ki bulunmakta.

Minimal bir hayat tarzı ile ihtiyaçlarımızla sınırlandırdığımız bir tüketim alışkanlığı ve erdemli kalma çabasıyla bununla baş edebileceğimizi düşünüyorum.

  • Londra’ya özel bir çalışma yapılsaydı, sanatın hangi alanında olmasını tercih ederdiniz?

Çok kültürlülük derdim sanırım. Hangi sanat disiplini olursa olsun, farklı kimliklerdeki toplumların birlikte yaşayabilme kültürünü işleyebilecek tüm sanatsal üretimleri her konjonktürde çok kıymetli bulduğumu söyleyebilirim.

  • Yaşam sanatına hizmet edebilecek bir ortam oluşturmanın bedeli sizce nedir?

Sanatçının, yeni bir dünya hayali tutkusunun, ruh sesinin yansıması olarak dışa vurduğu tüm serzeniş ve eserleri, “Anlaşılır mıyım?” kaygısına kapılmadan ortaya koymasının bir bedeli var elbette. Üretimlerindeki özgünlük, onun toplumla kurduğu ilişkisindeki samimiyetini belirleyecek en temel prensip bence. Ancak bu, bazen bedel ödemesi sonucuyla onu yüzleştirebilir.

Tarihe baktığımızda, bunu hayatıyla ödemiş birçok deha olduğunu biliyoruz. Ancak şu da hayatın bize bir öğretisidir ki, toplumların bilinç düzeyini yükseltmeye dönük çabaya girmiş tüm özel insanların ödediği bedeller, uzun vadede tarihsel dönüşümlere ilham olmuştur.

Tanığı olduğumuz bu çağın, hiçbir şifacıya daha fazla acı vermeden farkındalıklarımızı açığa çıkaracak imkân ve izni tanıması tek dileğim.

E. İlkay Yaprak