Yunus Emre Kaya: NusNuran – IV

Nuran ve Bahar ve Şiir

Bugün 21 Mart. Baharı, Nevruz’u konuşacağız Nus Efendi. Aynı zamanda Dünya Şiir Günü. Hangisinden başlasak acaba?

Ayırmayalım Nuran Hanım. Baharlı bir şiir okuyalım da ikisine birden başlamış olalım.

Ben okuyayım, konumuz belli diye hazırlanmıştım zaten. “Bahar gelir gelmez / Sokağa çıkar çıkmaz / Elif’i görür görmez”

Yani…

Yani’si yok. Zaten şiirin adında da söylüyor Metin Eloğlu: “Arif Olan Anlasın.” İşin orasını bırak. Ne anlıyorsun bahardan, Nevruz’dan? Onu anlat sen.

Nevruz, “yeni gün” demek…

Başın sıkışınca da hemen kelimenin kökenine gidersin!

Dur Nuran, kesme beni, güzel yere bağlayacağım. “Yeni gün” demek nevruz. Baharın başlangıcı. Ne olur baharda? Bulutun, yağmurun, karın örtüsü dünyadan gölgesini çeker de yeryüzünün güzellikleri başka türlü ortaya çıkar. Çiçekler taç yapraklarını açar. Tabiat yenilenir, yani bir sayfa açar ki…

Nus, kişisel gelişim üslubuna doğru kayıyorsun, uyarayım, sakın! Tırnaklarımı çıkarmak zorunda bırakma beni!

Yapma Nuran, bilmiyorsun beni sanki. Neyse, hem bitki yaprağı hem kitap sayfası anlamına gelen kelimeden bahsedip oradan ilerleyecektim ama hevesimi kaçırdın. Karacaoğlan’dan devam edelim: “Gene bahar oldu açıldı güller / Figana başladı gene bülbüller / Başka bir hâl olup açtı sümbüller / Âşıkların del’olduğu zamandır”

Senin “başka türlü” diye bahsettiğin, bu kıtadaki “başka bir hâl” gibi bir şey mi?

Yok, ben demek istemiştim ki her mevsimin güzelliği başka. O, hâlden hâle geçmekten bahsediyor. Bak, son mısrada, âşıkların deli olmasından söz açıyor Karacaoğlan. Sümbül senede bir kere açar, baharı getirir, kokusuyla sarhoş eder ve solar. O sarhoşlukla bazı insanların gönlü açılır. Gönlü açılan insanın da özü-sözü bir hâle gelir meczuplar gibi.

Buradaki ilk söyleşimizde ben, güzelliğin ne olduğunu sorunca, “öz’ün, söz’ün, yüz’ün bir olması” demiştin, hatırlıyorum. O hâlde diyebiliriz ki Nevruz’la kapıdan giren bahar insanı güzelleştiren bir şeydir.

Evet Nuran. İnsan, bulunduğu ortamdan, çevresindeki şartlardan bağımsız değil. Rüzgâr etkileyebilir onu. Bilir misin “rüzgâr” kelimesinin Farsçadaki asıl anlamını?

Söyle de öğrenelim.

Rüzgâr, Farsçada “zaman” demek ama “yel” anlamını Türkçede kazanmış.

Yani insanın, zamanın değiştirdikleriyle bir rüzgâra kapılıp hâl değiştirmesi dile de aksetmiş. Peki, şarkıdaki gibi, bahtının rüzgârına mı kapılmalı kişi yoksa baharın rüzgârına mı?

Kendimizi bahtın rüzgârına bırakırsak ne zaman algımız kalır ne geçtiğimiz hâllerden haberimiz olur Nuran. En huzurlusu baharın rüzgârıdır ki insanı sersemletmez, üşütmez, serin bir tazelik sunar. O tazelikle kendi içine dönük kalpler genişlemeye başlar da…

Peki peki, anladık! Oku Nef’î’nin beytini, sözü yorma.

Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem / Açsın bizim de gönlümüz sâkî meded sun câm-ı Cem”

Ne yani, şarap olmayınca açılmıyor mu gönül?

Açılmasını bilen, acı suyla bile açılır Nuran Hanım, merak etmeyin.

Anlamam ben bunlardan, gözüm de gönlüm de açık zaten, kediyim ben çünkü. O yüzden şiire dönelim tekrar. Geçenlerde okudum, Bedri Rahmi Eyüboğlu diyor ki “Ne zaman bir köy türküsü duysam / Şairliğimden utanırım” Türküler, şiirlerden daha mı önde gelir Nus?

Şiir her şeye galip gelir güzel Nuran. Bu böyle. Cennetin dili o. Bedri Rahmi’nin kendi şairliğinden utanmasına itirazım yok.

Devamında da “Şiirin gerçeğini köy türkülerinde bulmuşum” diyor.

Kesin en güzel romanların da köy romanları olduğunu düşünüyordur. Neyse, mevzudan şaşmayalım. Daha devamını da ben getireyim. Köy türküleri niye “şiirin gerçeği”ymiş bak… “Onlarla ağlayıp onlarla gülmüş” çünkü.

Yani şiir de türküler gibi ağlatıp güldürürse mi gerçek şiir olurmuş?

Güya…

Sen ne diyorsun peki Nus?

Şiirin işi ağlatıp güldürmek değil. Bu mantığa göre hareket edersek Yeşilçam melodramlarına, ağlatma garantili gişe filmlerine de şiir demek zorunda kalırız.

Ama karşılaştırmayı yanlış yapıyorsun sanki. Türkü de şiir de temelde dizelerden oluşmuyor mu, haklı çıkmak adına işin içine filmleri karıştırıyorsun.

Hayır Nuran, bunların hepsinin ortak noktası temelde yazılı veya yazıya geçirilmiş metinlere dayanmaları. Sonuçta film de nihayetinde bir senaryo olmalı değil mi? Senaryo nasıl ayrı bir türse şiir ve türkü de ayrı türler. İkisinde de dizeler olması, onları aynı yapmaz. Hatta bir metnin ölçülü, kafiyeli, beyitlere/kıtalara/bentlere ayrılmış olması bile onu şiir yapmaya yetmez.

Ne diyeceğiz öyle metinlere?

Manzume diyeceğiz. Ölçü ve uyak düzenine göre yazılmış metinler. Bunlar hikâye de olabilir, siyasetname de tarih veya öğüt kitabı da.

Ama şiir de olabilirler…

Evet, işte diyorum ki her manzume şiir olmaz. Manzum şiir yazılabilir ama şiir, şekilden ibaret değildir. Şekilden ibaret olmadığı gibi modern dönemde gördüğümüz üzere, herhangi bir düzene uyulmadan da şiir yazılabilir.

Düzen’e uyarak şiir mi yazılırmış Nus, sen de…

İşin bir de o tarafı var Nuran Hanım, yerden göğe kadar haklısınız. Ne diyordum… Şiir ne şekildir ne mesaj ne bilgi ne nağme… Bir metin şiir dairesine girmişse bunların hepsi geriye atılır, şiiriyet öne çıkar.

Metindeki şiir özünü de ancak zevkiselîm ile ayırt edebiliriz.

Çok yaşa Nuran, ben de onu söyleyecektim.

Ne fark eder Nus, ben sen değil miyim… Sen de benden başkası değilsin.

Sırrı bozma Nuran. Şimdi herkesin Nevruzunu kutlayıp çekilelim perdenin önünden.

Bir şey unuttun…

Nevruziye ile bitirecektik, evet.

Kutlu olsun Nevruz!

Manşet Görsel: Yunus Emre Kaya