Yunus Emre Kaya: NusNuran – III

Nuran ve Ezel ve Zevkiselîm ve Moda

Bu yazı yayınlanmadan önce İsmet Özel’in kalp krizi geçirdiği haberini aldık. Şair için duâ ediniz.

Nus Efendi, naz saatim gelmişti de oyun mevzusunu yarıda kesmiştik. Oradan devam edelim.

Emredersiniz Nuran Hanım. Buyurun bakalım.

Dedin ki “oyun sürekli kendi başına dönen bitimsiz çember gibi. Başı-sonu-önü-ardı bilinmez.” Şimdi, de bakalım bana, o oyun nasıl bir şeydir ki başlangıcı olmasın? Mümkün mü böyle bir oyun?

Dostlar arasındaysa gayet tabii mümkün.

Kaçak güreşme Nus, ilk soruma da cevap ver ki bir mânâsı olsun.

Peki efendim. O zaman yine şairlere başvuruyoruz: “Ezelden sunduğun şehlâ nigâhın mestiyim hâlâ” Mehmet Akif’in mısrası.

Nus, Akif’in manzumeleri biliniyor sadece, böyle şiirlerinden pek kimsenin haberi yok sanki.

Ne yazık ki öyle. Ama bu bahsi başka bir sohbete bırakıp mısraya bakalım biz. Ezel ne demek? Başlangıcı olmayan ya da başlangıcı bilinmeyen. Diyor ki şiir, âşığı mest eden bakış bu dünyanın zamanına ait değil. Yani dostların tanışıklığı çok öncesine, öncesizliğe kadar gidiyor.

Ee, Ezel Meclisi’nden de bahsetmeyecek misin?

Siz onu da bilirsiniz Nuran Hanım, gerek var mı anlatmama…

Ben her şeyi bilmem Nus! Bir-iki kitap karıştırır, olmadı ekrana pati vura vura araştırıp öğrenirim merak ettiğimi. Her şeyi bilen senin cinsin, bizler değiliz.

Tabii sen cinsini her şartta savunabilme lüksüne sahipsin. Bizim kan-emici soyumuza karşılık sizinkiler hep masum, hep kendi hâlinde.

Sizin de hâliniz itten beter keyfiniz paşada yok!

Bugün de çok dillisiniz maşallah!

Ne sandın, Eflâtun’un kendi karşısında konuşturdukları gibi her şeye “evet, doğru, haklısın” mı diyecektim?

Olur mu öyle şey, konuş bakalım, devam et. Niye öyle dedin?

Önce gülmeyi bırak hele. Siz kendi aranızda bu deyimi kullanıp eğleniyorsunuz ama sözün ilk kısmına hiç kafa yormuyorsunuz. Hâlinizin bin beter olmasına o kadar alışmışsınız ki iyiye gitmek için çaba sarf etmediğiniz gibi bir de dalga geçiyorsunuz. Bak bir tane daha söyleyeyim, ayranınız yok içmeye tahtırevanla gidiyorsunuz…

Tamam Nuran, anladık, sen ağzını bozma.

Peki peki. Nus Efendi, diyorum ki dünya yanıyor ama siz hâlâ saç-baş, ikbal, makam-mevki, kılık-kıyafet peşindesiniz. Adaşın gibi soruyor musunuz gibi kendinize hiç “sen bu dünyaya niye geldin” diye? Cevabı onun gibi veremez herkes, orası ayrı mesele. Ama soru önemli Nus.

Ne yapacağız bu soruyla?

Sadece aklınızda tutsanız bile yeter.

Gider mi o zaman kan-emiciliğimiz?

Gitmez, beşerlik var kanınızda çünkü. Çoğunuz zalim, çoğunuz öğrenmeyi bilmez. Ama biz, masumlar olarak beşer soyundan ne kıl koparsak kârdır.

Aslan kesildin Nuran, bu ne şiddet…

Sustum efendim. “Hatırına sustum / Hatırına yuttum / Sersefil dünyada”

O şarkı senden eski Nuran, nereden biliyorsun?

Söylediğin şiirler senden yeni mi sanki?

Şimdi faka bastın işte. Şiir eskir mi hiç… Sadece şiir değil, hiçbir gerçek eser eskimez. Eskiyen çöpe gider, en azından unutulur, değil mi? Yani söylediğimiz şiirler hâlâ dillerde olduğuna göre ne onlar eski ne de ben onlardan yeniyim.

Unutulmayan kötü şiirler olursa ne olacak peki? Her şey kayıt altına giriyor ister istemez, “malum, zaman teknoloji.”

Bir kere şunda anlaşalım Nuran, “kötü şiir” diye bir şey yoktur. Şiir olma iddiasındaki bir metin ya “şiir”dir ya “şiir değil”dir. Şiirin iyisi-kötüsü olmaz. Ve merak etme, sanat eserleri zamanın eleğinden geçer. O elemeyi yapan da zevkiselîmdir.

Nedir zevkiselîm?

Motamot tercüme edersek: En doğru ve mükemmel zevk. Ama bir tarife ihtiyacımız var. Entelektüel sermaye ile doğrudan ilgili. Tek tek insanların edebî zevkleri var, evet. Ama o insanlara bu zevki aşılayan, kendilerinden önce kaleme alınmış eserlerdir. İşte bu insanlara miras kalan sermaye, mirası bırakanlara da bir önceki nesil tarafından sağlanmıştır. Zevkiselîm o yüksek zevk mirasıdır.

Ama nesilden nesle geçerken aynı kalmaz, değil mi?

Tabii ki aynı kalmaz, dönüşür. Dünya değişiyor, yaşam değişiyorsa biz insanlar, dünya hâlden hâle geçerken ona karşı sürekli yeni mevziler almak durumundayız. Zevkiselîm de o mevzileri belirlemek için dönüşür. Ama hiçbir zaman deniz seviyesine yaklaşmaz, yukardan bakar. Yukardan bakmalıdır ki dünyaya karşı duranlara harita çıkarabilsin. İnsan kendi beşerî haritasına dalarsa arzuları fikirlerine baskın çıkar. Oysa fikir, hevesi alt etmeli.

Zevkiselîm hep düzgün mü işler Nus?

Düzgün işler çünkü beşer yapısı değil. O, insanlığın içinde saklı bir süzme mekanizması. Şöyle düşün, on sekizinci asırda şiir yazanlar sadece Gâlib Dede, Nedîm, Fıtnat Hanım, Sümbülzâde Vehbî, Râgıb Paşa’dan mı ibaretti? Hayır, şiir yazan çok daha fazlası vardı ama devrin şair kadrosu bu isimlerden oluşuyor. Birkaç kişi daha ekleriz belki. O sırada şiir yazan onlarcası unutuldu ama biz hâlâ saydığım isimleri anıyoruz, okuyoruz, söylüyoruz.

Yani bu devrin müteşairleri, sözümona sanatçıları zamanın eleğinden geçecek ve bir sonraki devre hakiki eser sahipleri kalacak.

Tamı tamına öyle Nuran. Bir tiyatrocunun, bir şarkıcının, bir kişisel gelişim uzmanının şairlenmeye çalışması seni korkutmasın. Edebiyat tarihi onlar gibi onlarcasını öğütüyor sürekli. Biz elli yıl sonra şairleri hatırlarız. Onlar da hatırlanacaklarsa eğer şiir dışındaki popülerlikleriyle anılırlar ancak, şair olarak değil.

Peki hakiki edebiyatçılar, eserleri sayesinde popüler olamazlar mı?

Nuran bu soru çok çetrefilli. Her yazar, okunmak ister. Ama her yazarın popüler olmak istemesi mümkün değil.

Nedenmiş o?

Popülerlik, bir anlamıyla tanınmış olmak, evet. Ama asıl anlamı, insanların çoğunun beğenisine hitap etmek ve bu beğeni sayesinde onlar tarafından çokça tutulmak.

Bu sefer “zevk” değil, “beğeni” diyorsun…

Evet. Çünkü zevk, güzeli seçme yeteneğidir ve herkeste bulunmaz. O, beğeni’ye göre derin olan bir histir. Bak şimdi de “duygu” değil “his” diyorum. His, kaynağını içten alır. Duygularsa duyulara bağlıdır, yani dışımızdakilere. Bu yüzden beğeniler, hisler gibi derin olamaz. Şimdi sorayım, büyük sanatçılar herkese hitap edecek eserler yazar mıydı sence?

Yazsalardı onların kitapları bestseller olurdu.

Ama değiller. Çoksatanlar, baskı üstüne baskı yapanlar kıymetli kitaplar arasından çıkmıyor. Şimdi biraz zülfiyâre dokunacağız Nuran. Sabahattin Âli ve Oğuz Atay’ı ele alalım. Kitaplar herkesin elinde, alıntılar herkesin dilinde, duvarında değil mi… Bu iki isim de büyük edebiyatçılar ve görünene bakarsak kitapları da çokça satılıyor.

Burada bir açmaz var.

İşte bu yüzden çetrefilli dedim ilk sorduğunda Nuran. Açmaz değil kandırmaca söz konusu. Bu noktada beğeni ve moda giriyor devreye. Bir kitabı okumak ne demektir, sayfalardaki tüm yazıları bitirip kitabın sonuna ulaşmak mı?

Evet, ama sadece görünüşte.

Bir kitabın satın alınmış olması onun hakkıyla okunduğu anlamına gelir mi peki?

Gelmez.

Kitaba, sağladığı imaj için sahip olan ve onu okumaktan çok sergilemek derdinde olan bir kişi esere ne derece nüfuz edebilir? Edemez. Yani bazı büyük sanatçılar herkesin beğenisini kazanmak, herkese hitap etmek anlamında popüler olamazlar.

Eyvallah Nus Efendi. Burada bitirip 21 Mart’ta bahara merhaba için Nevruz yazısı için sözleşelim. Havalar ısındı, malum.

Malum Nuran Hanım. Ama biliyorsun “tedirginiz güneşli günlerde bile.” O sebeple, hariçten ve gazelli bir şarkıyla bitirelim.

Yunus Emre Kaya
*Manşet Görsel: Yunus Emre Kaya