Nuran ve Kör Baykuş ve Gölge ve Dostluk
Bıraktığımız yerden başlayalım Nuran Hanım. Ne demiştiniz en son?
Hatırlamıyorsun değil mi? Ne de haklıymışım! Demiştim ki biz, sizler gibi nisyân ile mâlûl değiliz Nus Efendi!
“Hep hâk değil mezâr-ı dilber / Nisyân olacak ikinci makber”
Nus, ben pek iyi bilirim Abdülhak Hâmid’i de Servetifünûncuları da Dekadanları da… Daha neleri bilirim! Ama sen bu sohbete iştirak edecekler için hele bir anlat bakalım ne diyor o iki mısra.
Diyor ki Nuran, gönül alan o güzelin mezarı hep toprak olacak değil ya, ikinci mezarı da unutulmaktır onun. Diyebiliriz ki o zaman, insan unutulunca ikinci kez ölüme uğrar. Unutulmak ikinci bir mezarsa eğer…
Ne meraklısın uzun uzun anlatmaya, ne meraklısın akıl yürütme numaraları yapmaya! Lafın tamamı kimlere söylenir bilirsin. Bırak bunları şimdi, geçen gün karalıyordun deftere, ben de uğrun uğrun baktım biraz. Bir ölüyü bir türlü unutamayan bir adamdan bahsediyordun yazarken. Madem konu buraya geldi, anlat bakalım onu.
Kör Baykuş’tan bahsediyorsun. Anlatayım. Hani bir akşam evden çıkmak için hazırlanmıştım da sen sitem etmiştin “beni yalnız bırakıp nereye böyle” diye, hatırladın mı?
Bak hâlâ… Unutur muyum!
Sadık Hidayet’in Kör Baykuş romanını tiyatroya uyarlamışlar, ona gittim işte. Sonra da belki oyun üzerine bir şeyler yazarım diye notlar alıyordum.
Ne yazacaksan anlat, ben beğenirsem başkalarına da okutursun.
Sondan başlayayım güzel Nuran. Tiyatrodan çıktıktan sonra bir süre önüme bakarak ağır ağır yürüdüm. Sen benim o hâlimi bilirsin, bir şey karşısında büyülenmişsem tek kelime edemem.
Yeteri kadar sustuktan sonra da taşıp seni en çok çarpan şeyi söylersin.
Evet. Dedim ki Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak piyesinin sinema uyarlamasında Ahmet Mekin ne kadar zirveye çıkmışsa Kör Baykuş oyununda da Sermet Yeşil o kadar zirveye çıkmış.
Sermet Yeşil… Hani bir dizide Asaf Halet’in “ibrâhim / gönlümü put sanıp da kıran kim” mısralarını okuyan adam. Sen o anda masaya yumruğunu vurmuştun da nâz uykumdan uyandırmıştın beni!..
O işte. Unutamayan ve unutamadığı için deliren adamı öyle bir canlandırdı ki artık Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’u hep Sermet Yeşil olarak canlanacak gözümde.
Husrev’in de Ahmet Mekin’e dönüşmesi gibi… Kör Baykuş da Bir Adam Yaratmak’ın Husrev’i gibi aşkın tiratlar atıyor mu?
Atmaz mı… Husrev en aşkın sözlerini aynadaki kendisinin karşısında söyleyip sonunda kendi kendine güç yetiremiyor, dizleri üstüne çöküyordu. Kör Baykuş da duvarın dibine çökmüş görünen kendi gölgesine anlatıyor olup biteni. O da dermansız kalıyor konuşurken.
Kör Baykuş’un, uğruna dermansız kaldığı kim?
Bir kadın. Ama adı yok. Gerçi adamın da adı yok, bakma benim Kör Baykuş dediğime. Ama o kadının ismi Leyla olabilir ancak. Nasıl tarif ettiğine bak: “Kızın büyüleyen, iri gözlerini gördüm. İnsana acı sitemler veriyordu bu gözler. Acılıydı. Hayret, tehditler ve vaitler vardı bu gözlerde; gördüm. Hayatımın kıvılcımı, bu ışıltılı esrarlı gözlerin derinlerinde kaybolup gitmişti. (…) Çıkık yanaklar, yüksek alın, ince ve bitişik kaşlar, dolgun hafif aralık dudaklar… (…) Siyah saçları çözük dağınık, solgun yüzüne dökülüyor, birkaç zülüf şakaklarında kıvrılıyordu.”
Zaten “Leyla” uzun ve siyah saçları çağrıştıran bir isim. Yani, hiç sarı saçlı Leyla olmazmış, olmamalıymış gibi geliyor. Ve o siyah saçlar da yanağın üstüne, omuza doğru şöyle tatlıca kıvrılmalı.
Kıvrılmalı ki o kadına bitmeyen bir leylîlik katmalı. Leylî: Geceye dair. Arapçada kelimenin son harfi olan yâ, işte tam da o kıvrım gibi. Bilmiyorum anlatabildim mi. Kalem-kâğıt olsa da göstersem.
Göstermiş kadar oldun Nus. Durma anlat biraz daha, nedir Leyla?
Herkes kendi Leyla’sını çizer Nuran, kimsenin hayaline dokunmayalım. O herkeste başka başka uyanır, başka başka isimler alır. Leyla olur, Lili olur, Suna olur, Canan olur, Belma Sebil olur, Şivekâr olur, Pirâye olur, Nuran olur…
Nuran’ı saymasan darılırdım sana Nus Efendi. Kör Baykuş’a dönelim biz. Belli ki adam, kimsesiz olduğu için gölgesine anlatıyor içindekileri. Kör Baykuş’un karşısında gölgesi olmasaydı biz onun mecnunluk hâllerini bilemeyebilirdik belki. Muhatabı olmasa bile bir karaltıda bile dost yaratabiliyor insan demek ki.
Öyle. Ama bu biraz tehlikeli. O dost yine insanın kendisidir nihayetinde. Bu sahte muhatap, kişiyi kısırdöngüye sokabilir. Dahası, gösteri çağı ne kadar aksini söylese de insan kendi kendine yeten bir varlık değil. Herkesin ağzında birey olmak iddiası dolanır ama insan olmak için cemiyet içinde kalmak lazım. O cemiyet içinde insan kendinden yüksek bir varlığa bağlanmalı. İlla tanrı olmak zorunda değil bu. Öyle olsa tapmaktan bahsederdim. Yalnızlık, insanı kendi kabuğuna hapseder ve o hapis sürekli küçülme eğilimindedir. Hep içine doğru devinen bir yapı genişleyemez. Ama kalp açılmak ister, açılma imkânı bulunca da gönül olur.
Diyorsun ki Kör Baykuş bir kez bağlanıp sonra kaybettiği varlıktan sonra kendi gölgesine sığındığı için kalbini daralttı.
Evet. Bütün geçmiş elemlerini o kayıp nezdinde gününe taşıdı. Bütün mazisini önüne yığıp o yüksek dağ karşısında ezildi. Öyle bir sarp yokuşu kimse tek başına çıkamaz Nuran. Yücelttiği ve şiirle bağlandığı bir varlıktan destek almalı ki dağın eteğine yıkılmasın. İnsan, kendi kendisinin dostu olabilseydi, Kaptan “kendimden kurtulmak için gölgemi koridorda astım” diye yazar mıydı?
Aynı şiirdeki “hep aynı manzarayı kullanmaktan bıktım usandım / bir yumruk vurdum dünden kalma bir şarkıyı dağıttım” mısralarını da buraya bağlayalım o zaman…
Bağladık gitti. Burada “manzara” yerine yüksek dağı, “yumruk” yerine dostu, “dünden kalma şarkı” yerine de maziyi koyarsak mesele çözülür.
Şairlere daha çok başvuralım Nus, onları dost edinelim!
Eflâtun da senin gibi söylüyor: “Şairlere başvuralım. Şairler gerçekten bilgi yolunda babalarımız, kılavuzlarımızdır. Dostluk üstüne güzel özdeyişleri vardır. Onlara bakılırsa dostluk tanrıların işidir, dostları birbirine doğru onlar iterler: Hep bir tanrıdır iten benzeri benzerine.”
“Dost sûreti gözgü durur / Bakan kendi yüzün görür” diyor Yunus Emre de.
Eyvallah. Cicero da benzerini söylüyor bak: “Dostluk geleceğe dair bir umut ışığı yakar, ruhun zayıflamasına ve kendini kaybetmesine engel olur. Zira gerçek dostuna bakan, âdeta kendisinin bir benzerine bakar.”
Sen ne diyorsun dostluk hakkında peki, anlat bakalım.
Dost, birlikte aynı manzaraya sessizce bakabildiğin insandır. Onunlayken konuşmaya bile ihtiyaç duymazsın. Bu, iletişimsizlik değil, tam aksine, iletişimin en üst hâli demek. Çünkü dost hâlden anlar, konuşmak istediğin zaman da susmak istediğin zaman da sezer bunu. “Niye susuyorsun” demez, çünkü konuşmak istediğin zaman ilk ona açılacağını bilir. Dediğim gibi, aynı manzaraya bakar onlar. Dostlar birbirinin tutkunudur bu yüzden. Kendinden yüksekte gördüğüne tutkun olmaz mı insan? Bu, dostluğun iki tarafı için de böyle olduğuna göre demek ki dostluk bir yüceltme oyunudur. Kazananı-kaybedeni de yoktur onun çünkü böyle bir oyun hiç bitmez. Eğlence sürüp gider.
Oyun ciddi bir iştir yani!
Oyun olmazsa kimsenin dünyası dönmez. Birisi “oyun oynamıyoruz burada” dedi mi orada gerginlik var, çarpılacak köşeler var demektir. Oysa oyun sürekli kendi başına dönen bitimsiz çember gibi. Köşesiz. Başı-sonu-önü-ardı bilinmez. Merak da edilmez. Kurallar önemli değil çünkü. Bahsettiğimiz oyunda hile de olmaz bu yüzden. Düşün, öne geçmek değil amacın, önce dostunu yüceltmek, sonra ona yetişmek.
O zaman şu yazıyı bitirip oyun oynayalım biraz Nus, ne de olsa kediyim ben, oyun isterim.
*
*
*
*
*
Kör Baykuş’tan yapılan alıntılar, Behçet Necatigil çevirisidir.
Eflâtun alıntısı: Lysis – Çev.: Sabahattin Eyüboğlu
Cicero alıntısı: Laelius (De Amicitia) – Çev.: Cengiz Çevik
Nuran Hanım, sohbete katkısından dolayı Ramazan Ekici’ye teşekkür eder.
* Manşet Görsel: Yunus Emre Kaya