Neden suskunuz bunca zamandır Nuran Hanım?
Bir radyo tiyatrosunda dinlemiştim -sen de yanımdaydın ama uyuyakalmıştın Nus, hatırlamazsın- “bizde gerçeği bulanlar artık hiç konuşmazlar” diyordu adam, karşısındaki de kızıyordu, “ben susmayacağım işte. Hep konuşacağım. Benim bulduğum gerçek başka türlü. Söylenilmezse olmaz.”
Neymiş o gerçek?
Biz büyük bir milletmişiz, aynı zamanda çocuk kalan bir milletmişiz. Çünkü her şeye çocuk gibi sevinir, çocuk gibi üzülürmüşüz.
Her gün televizyonda konuşanlar da böyle söylüyor Nu…
İşte oyunda da ikinci adam tam senin gibi konuşuyordu ki gerçeği bulan, onun sözünü keserek “onlar, bizi çocuk yerine koyan yabancılardır. Onlar bizden yana görünerek aslında içimizdeki sesleri boğmaya çalışanlardır” dedi.
Peki Nuran, hep çocuk gibi sevinip çocuk gibi üzülen biri şekerle kandırılıp susturulmaktan ne hakla şikâyet edebilir?
Nus! Konuşturma beni. Zaman miyavlama zamanı değil.
Hangi zamandayız hanımefendi?
Hem en iyisindeyiz hem en kötüsünde.
Mümkün mü öylesi?
Değil mi… Etrafına bak. Hem her şeyimiz var hem hiçbir şeyimiz yok, öyle değil mi?
Bu kadar umutsuz konuşma Nuran?
Hem umut baharındayız hem umutsuzluk kışında.
…
Hoşuna gitmeyince sustun bakıyorum, karantina günlerinde şen şakrak miyavlamamı beklemiyordun herhâlde.
Herkes mecburen evine kapanmışken neşeli olmaya çalışmamız lazım gelmez mi Nuran?
Nus, bir ev kedisiyle konuştuğunu unutuyorsun bazen. Ben hep evdeyim. Seni neşeli olmaya zorlayan şey benim hayat tarzım.
O yüzden mi sürekli oyun derdindesiniz?
Tam burda kısa bir “mev” deyip beni kovalaman için yan odaya koşardım ama yapmayacağım. Çünkü anlaman gereken şeyler var. Oyun oynama zamanı değil. Sen bana bakma, ne yaparsam yapayım, her şey hakkımdır ve bu kedilik hakkının gereği olarak, hiçbir hareketimden yargılanmam. Ne demiş Immanuel Katze… “Dünyada hiçbir şey kedilerin hakkından daha kutsal değildir.”
Güzel ayrıcalık.
Evet. Çünkü düşünmek zorunda değilim. Çünkü düşünen hayvan değilim.
Ama insan, düşünen hayvan.
O hâlde?
Düşüncesizce davranan birine insan diyemeyiz.
Yani diyorum ki Nus, hiç deneme, bir şeyleri düşünmeden asla yaşayamazsın. Hayatın saçma sapanlığına bakıp o saçmalığa ayak uydurmak mı yoksa saçmalıklara elinden geldiğince karşı durmak mı…
Umut baharı mı umutsuzluk kışı mı…
Ama hakkınızı yemeyelim, düşünmüyor değilsiniz, aklınız çalışıyor. Düşünüp şahsınız için en uygun şeyi bulup uygulamakta üstünüze yok. Ama iş kendiniz dışındakileri düşünmeye gelince bir anda her şeyi unutuyorsunuz.
Aklımız hayvanlığa çalışıyor galiba biraz.
İftira! Hayvanlar sizin gibi davranmaz. Biz ne gerekiyorsa onu yaparız, doğru. Buna birbirimize zarar vermek de dâhil, dövüşmemiz gerekirse dövüşürüz. Ama zorluğun içinden nasıl sıyrılırım diye diğer canlılara zarar vermek pahasına kafa patlatmayız. Düşünmemenin avantajı işte. Yani sizin aklınız şeytanlığa çalışıyor Nus. Bize suç atmayın hiç.
Azıcık sohbet edelim diye oturduk, demediğini bırakmadın Nuran Hanım, aşk olsun.
Bir de bu var Nus Efendi, konforunuzu bozan şeyleri duymak istemiyorsunuz. Konforunuzu bozan şeyle karşı karşıya kaldınız diyelim, o zaman ne yapıyorsunuz? Düşün, sen söyle.
Bizim için uygunsuz olan gerçeğin arkasından dolanıyoruz. Ya yeni bir açıdan bakarak onu konforumuza uygun düşecek şekilde görmeye çalışıyoruz ya da onu hiç görmeyeceğimiz bir noktaya kaçıyoruz.
Ama gerçek, yerinde duruyor değil mi… Şimdi, zamanların hem en iyisinde hem en kötüsünde olduğumuz fikrini bir de böyle düşün. Mümkün değil miymiş…
Mümkünmüş. Ama birinden birinin doğru olması gerek sadece. Sürekli mevzi değiştirip her şeyi kendimize göre yorumlayınca illa ki bir açık buluyoruz. Olanı olduğu gibi yorumlamak için onun etrafından dönme imkânımızı ortadan kaldırmamız lazım. Bu da bir ayağı sabit tutmaktan geçiyor.
İşte böyle. Bak, düşün diye kafana vurunca ne güzel düşünüyorsun.
Peki böyle yapınca “maddenin arkasındaki sır”rı nasıl göreceğiz?
Bırak bu artistik lafları Nus. Öyle bir şey yok, varsa bile uçsan da kaçsan da benim gibi dokuz canlı olsan da bilemezsin onu. Ne kadar tırmalarsan tırmala, ipucu değil parçalanmış, didik didik bir şey kalır elinde. Kendi kendine dönüp durursun.
Sizin kuyruğunuzun peşinde dolanmanız gibi mi?
Öyle. Ama alayını sezmedim sanma. Aklını sınırsız zannetmen seni korkutmuyor da benim saf, masum aklımla dalga geçiyorsun. Benim Allah’tan ve elektrik süpürgesinden başka bir şeyden korkum yok.
Yani?
Yani sen insansın, sınırlarını bilmiyorsun, bilsen de görmezden gelebiliyorsun, bu özelliğinden korkman lazım, ona göre davranman lazım, aklının ermediği yere burnunu sokmaman lazım. Daha sayayım mı, anlamadın mı hâlâ…
Tamam tamam. Bugün iflah olmaz bir memnuniyetsizsiniz. Neyse. Şu, gerçeğin arkasından dolanma meselesini isim babanızın ifadesiyle düşünsek nasıl olur acaba: “Menfaatler istikametini değiştirince mantık da değişir.”
Daha kimseler kavramsallaştırmamışken post-truth’un tarifini yapmış Tanpınar.
Demek ki bir anlam olarak varmış bu, o zaman kavramsallaştırmanın ne önemi var? Veya buna benzer tespitleri insan ve toplumu iyi tanıdığı için isabetli şekilde yapabilen edebiyatçıların, olguları kavramsallaştıranlardan eksiği ne?
Birbirlerinden eksikleri de fazlaları da yok aslında Nus. Herkes kendi işini yapıyor. Edebiyatçı, insanın çevresiyle olan ilişkisi içinde yapıp edebileceklerini gözler. Bu gözlem sırasında da teşhisler koyar.
Kavramsallaştırma onların işi değil yani.
Evet. Ayrıca işin başında da onlara kavram değil olgu ve imge lazım.
Bu yüzden de iyi’yle, doğru’yla değil de olanı veya olabilecek olanı yazı çerçevesinde, estetik bir biçimle yansıtmakla ilgilenirler.
Tehlikeli sözler söylüyorsun Nus, hani “edebiyat edeb’den gelir”di?
Boş laf Nuran Hanım. Avam etimolojisi. “Edep” kelimesini sadece “hayâ” anlamıyla düşünürsek elimizde edebiyat namına bir şey kalmaz. Kaldı ki “edebiyat” zaten kavram olarak kendi anlamını taşır. Bu saçmalığın bir adım ötesi “muhafazakâr sanat” dedikleri şey.
Aman Nus, bu mevzuya bir sonraki sohbette girelim de uzun uzun konuşabilelim.
Emredersiniz Nuran Hanım.
Bir sanat eseri dinleyelim de gönlümüz şenlensin.
*Nuran, sohbete katkılarından dolayı Oğuz Atay’a (Oyunlarla Yaşayanlar), Charles Dickens’a (İki Şehrin Hikâyesi), İsmet Özel’e (Bir Yusuf Masalı), Richard Adams’a (Watership Tepesi) ve Ahmet Hamdi Tanpınar’a (Saatleri Ayarlama Enstitüsü) hürmetlerini sunar.
Yunus Emre Kaya