Apollon, kutsal ineklerine el koyan Hermes’i Zeus’e şikâyet eder. İnekleri geri vermek zorunda kalan Hermes, kaplumbağa kabuğu, öküz boynuzu ve üç çalgı telinden yaptığı lirini çalmaya başlar. Bu esrarengiz müziğe dayanamayan Apollon, ineklerini bu muhteşem lir karşılığında Hermes’e geri verir. Daha sonra ise, artık yedi telli yaptığı lirini yazımızın kahramanı Orpheus’a hediye eder. Çünkü müziği de en az insanlar kadar seven Tanrıların bu kutsal aletini insanlara götürmesi için, herkesin “Işıkla tedavi eden” diye çağırdığı birine itibar edebileceğini bilir. Nitekim çaldığı müziği ilahi harmoni ile birleştiren Orpheus, sadece ruhları temizlemekle kalmaz, onun müziği ile ırmaklar akmayı, kuşlar ötmeyi keserdi. Çünkü her telinde Tanrıların ruhu dolaşan liri dinlerken, insanlar doğayı da anlamaya başlardı. Orpheus değil dinleyenleri, kayaları bile çaldığı melodinin peşinden götürebilirdi.
Tam da bu sırada dünya güzeli bir periye, Eurydike’ye rastlar. Kendisi kıza, kızsa müziğine aşık olur, evlenirler. Fakat mutlulukları uzun sürmez, bahçede gezerken Eurydike’yi yılan sokar ve oracıkta can verir. Ölümün sevgilisini kollarından alıp götürdüğünü kahrolarak izleyen Orpheus çalmaya da okumaya da son verir ve kendini acılarına teslim eder.
Zaman geçse da ıstırapları bitmeyen Orpheus, yeraltı dünyaya, ölüler saltanatına inmeye karar verir. Oradan dönüş olmayabilir, ama ölüler diyarı Hades’in tanrısına yalvaracak ve Eurydike’yi isteyecektir. Vermezse orada kalacaktır, zira Eurydike’siz canlı kalmanın bir anlamı yoktur. Yeraltı dünyasını ararken kendini Stiks nehrine götüren karanlık bir mağarada bulur. Bu nehrin Hades duvarlarına kadar gittiğini biliyordur. Burada beklerken, ölmüş ruhları Hades’e taşıyan Haron’un yaklaşmakta olan kayığını görür. Onlarla gitmek istese de, Haron izin vermez. Hades dirilerin meskeni olamaz! Orpheus, çaresizlik içinde lirini eline alır ve çalmaya başlar, bütün hüznünü, acısını, özlemini diliyle değil liriyle anlatmaya başlar. Haron fazla dayanamaz ve Orpheus’u sevgilisine, Hades’e doğru götürür. Ölüler saltanatının karanlık yollarında önüne çıkan korkunç hayaletlere, kabuslara müziği ile yanıt veren Orpheus’un, Hades tanrısının huzurunda okuduğu şarkılar bütün yeraltı dünyada yankılanmaya başlar. Orpheus’un yeteneğine hayran kalan tanrı Eurydike’yi ona vermeyi kabul eder, fakat bir şartla: sevdiği kızın yüzünü sadece ve sadece canlılar dünyasında görecektir, bütün yol boyunca kendisi önde, Eurydike ise arkasından gelecektir, yol boyunca kıza asla bakmayacaktır.
Christoph Willibald Gluck’un bu efsane için bestelediği “Orpheus et Eurydike” operasının ikinci perdesinde, bu şartı kabul eden Orpheus’a Eurydike’yi getirirler. Uzun zamandır hasretini çektiği sevgilisinin yüzünü Orpheus ilk defa burada görecek ve bir daha da görmeyecektir, zira yolun sonuna çok az kaldığı bir zamanda, merakını yenemeyip sevgilisine bakacak ve şartı yerine getirmediği için Eurydike yeniden ölüler dünyasına dönecektir
Bu efsane için elliden fazla opera yazılmış olsa da, Gluck’un bestelediği müzik hiçbir şeyle kıyaslanamayacak şekilde benzersizdir.
Orpheus’un Eurydike’yi gördüğü sahne için yazdığı ve flütle ifa edilen melodi için “flütün bütün imkanlarını hakkıyla kullanarak yazılmış” bir parça olduğu söylenmektedir. Neden flüt? Bu aletin kökü de zaten Yunan tanrılarına dayanmıyor mu? Poseidon’un Medusa ile ilişkisine öfkelenen Athena, Medusa’nın saçlarını yılanlara çevirmekle kalmaz, baktığı herkesi taşa çevirecek kadar içini kötülükle de doldurur. Medusa’nın bu durumuna üzülen kız kardeşleri inlemeye başlarlar ve onların bu iniltisini çalabilmek için Athena geyik kemiğinden flüt yapar. Diğer tanrılarla ziyafet yaparken, Athena flüt çalmaya başlar ve suya yansıyan resminde şişen yanaklarının kendisini ne kadar çirkinleştirdiğini fark eder. Hiddetle flütünü yere atan Athena, bu alete dokunacak herkese beddua eder. Sadece Marsias, savaş ve bilgelik tanrısının bedduasından çekinmeyerek flütü çalmaya başlar ve o kadar güzel ifa eder ki, çaldığı müzik kendisini hem gençleştirir, hem de güzelleştirir.
Günümüzün çok çok uzağında kalan eski çağ insanları, kendileriyle özdeşleştirdikleri Tanrılarını böyle hayal etmişler. Aynı insanlar gibi seven, kıskanan, intikam alan bu Tanrıların gücü sadece doğaüstü yetenekleriyle sınırlı değil. Onların çaldığı, dinlediği, insanlara aktardığı müzik de Orpheus’un liri gibi, dağları yerinden oynatacak güçte.
Zehra Kıstı