Sabır Oyununda Şansın Rolü Yoktur! (Un Homme Qui Dort/1974)

Yağmur yağmıyor ama dizlerim ağrıyor ve canım hiçbir şey yapmak istemiyordu.  ‘Paris’te yağıyordur belki’ dedim içimden. Rainer Maria Rilke’nin, tek romanı ‘Malte Laurids Brigge’nin Notları’ vardı elimde. Brigge’nin ‘Sanırım, bir parça çalışmaya başlamalıyım, madem görmeyi öğreniyorum. Yirmi sekizimdeyim ve başarılmış hiçbir şey yok!’ cümlesi ile irkildim.

Kafka’nın; ‘Evinden çıkman gerekmez. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, gelip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz. Kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde’ cümleleriyle başlayan Georges Perec’in ‘Un Homme Qui Dort’ adlı eseri olan ve Bernard Queysanne’in yönetiminde çekilen filmi seyrettim yeniden.

İki kitap ve bir film, pek çoğumuzun yaşadığı çıkmazı eşeliyordu. Ufacık odasında oturup, gerçekte hakkında hiç kimsenin bir şey bilmediği bizler, hiçliğimizi düşünürüz bazen. ‘Sen bulanık bir gölgeden, sert bir kayıtsızlık çekirdeğinden, bakışlardan kaçan nötr bir bakıştan başka bir şey değilsin. Yine böyle bir günde, biraz daha önce, biraz daha sonra, bir şeylerin yolunda gitmediğini, açık konuşacak olursak, yaşamayı bilmediğini, hiç bilmeyeceğini, şaşırmadan keşfediyorsun.’

1974 yılında Jean Vigo ödülü sahibi filmimizin isimsiz kahramanı, sadece yaşamına devam etmek için sınava yetişmeye çalışan 25 yaşında bir genç. Bir sabah, alışkanlıklarını kırarak yeni bir alışkanlığı adımlamaya başlıyor. O dakikalardan itibaren, müthiş bir ses ve büyülü bir anlatıcı eşlik ediyor kulaklarımıza. İlerlemeyi bırakan bir adam, tekrar yola çıkmayı reddediyor. Hatta vardığını düşünüyor. Devam etme hevesi kalmayan genç, bitkisel bir varlığa dönüşüyor. Kayıtsızlık şenliğine sarılan adam, zamanın geçmesini ve kendine ilişmemesini diliyor sadece. ‘Dünyaya kayıtsız kalmak ne cahilliktir ne de düşmanlık. Cehaletin o gürbüz neşesini yeniden keşfetmek değil niyetin. Daha çok, okuduğun tek kelimeye dahi ayrıcalık tanımamak.’

Asla acele etmeyen, duran, gören, anlayan bu sabırlı genç, anlatıcının söylediğine göre, kaybolmuyor. Kayıtsız yaşamını sürdürürken, bunalımdan uzak kılıyor kendini. ‘Kayıtsızlığın ne başlangıcı vardır ne de sonu. Kesin bir durum, sarsılmaz bir dinginliktir. Geriye kalan, temel refleksler. Sabırlısın ama beklemiyorsun, özgürsün ama seçimde bulunmuyorsun, müsaitsin ama hiçbir şey kılını kıpırdatamıyor.’ Hiyerarşinin ve tercihin olmamasını genç adamın gözünden olumlayan anlatıcı, bu akışın duyarsızlık değil nötr bir hal olduğunu ifade ediyor. Sonuçta bildiğimiz kadar varız hayatta ve aslolan yalnızlık!

Sürprizsiz, korunaklı günlerini ipe dizen adam, önce boşluğu arıyor ardından kaçmaya başlıyor. Hem kendiyle hem türüyle konuşmayı kesen adama sessizlik cevap veriyor bir süre sonra. Evet, kayıtsızlık dili yok ediyor ve işaretleri birbirine karıştırıyor. Çemberler beyhude! Nihayetinde, robot gibi yürüyen ve boş boş konuşan canavarlar kazınmış duvarlara. Merhametli yanardağlar asla sarmayacaktı dünyayı. Uyuyan herkes uyanacaktı, uyanmalıydı.

Filmin (kitabın) sonuna yaklaşırken, siyah-beyaz Paris görüntüleri eşliğinde, görkemli ve söylemli bir çözülüşte kayboldum bir kez daha. İsimsiz kahramanımız; sabretti, beklentisiz bir bekleyişe büründü fakat -yalnızlığı ve kayıtsızlığı kendisine bir şey öğretmediğinden- hiçbir şey öğrenemedi. Anlatıcı, bu kez acımasız bir manifesto ile şifa şurubunu döküyor: ‘Yalnızdın ve dünyayla arandaki tüm köprüleri yıkmak istiyordun. Ama sen öyle önemsiz bir noktayken, ‘dünya’ o kadar uzun bir sözcük ki! Kayıtsızlık beyhude! İnkarın beyhude! Tarafsızlığının bir anlamı yok! Zamanın durması gerekiyordu. Ancak kimse, zamanla mücadele edecek cesareti bulamadı. Ölü değilsin! Deli değilsin! Korkuyorsun! Bekliyorsun…’

Esma Belgin Özdemir