On beşinci kişisel sergisini restore edilerek turizme ve kültür sanata kazandırılan Şerefiye Sarnıcı’nda açan Heykeltraş Dinçer Güngörür, “Taşın Perileri” başlığını taşıyan ve 45’e yakın eserin yer aldığı bu sergi ile bir kez daha dikkatleri üzerinde topladı.
Küratörlüğünü Lütfi Şen‘in üstlendiği Taşın Perileri, sanatseverler tarafından da yoğun ilgi ile karşılandı.
Biz de Taşın Perileri heykel sergisinin hikâyesini, eserlerin mimarı Heykeltraş Dinçer Güngörür’den dinledik…
-Mezun olduğunuzdan bu yana yalnızca heykel mi yapıyorsunuz?
Aslında ben 1996 yılında Mersin Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’ne başladım fakat 1994 yılında resim yapmaya başlamıştım. 1995 yılında ise ilk taşımı, sevgili aile büyüğümüz Can Yumru’nun yönlendirmesi ile yontmuştum. O günden bu yana heykeller yapmaya devam ediyorum.
-Geriye dönüp baktığınızda ilk eserinizi nasıl yorumluyorsunuz?
Aslında bugüne dair çok ipuçları veriyor diyebilirim. İnsanın doğduğu andan itibaren insan zihninin bir takım formsal çıkış noktaları bir yerlerde sabitmiş. Bugün yaptığım eserlerde de malzeme kullanımın getirdiği rahatlık bir yana deneyim ve çalışma ile birlikte kendi içerisinde özel bir çözümleme de yapabiliyorsunuz. Ben, öğrenciliğimin ikinci ve üçüncü yıllarında ürettiğim eserlerde de bugüne dair önemli ipuçları görebiliyorum.
-Şerefiye Sarnıcı İstanbullular için yeni bir mekân, burada büyük bir sergiye imza atmak size neler hissettiriyor?
Şerefiye Sarnıcı’na ilk girdiğimde yeni bir mekân gibi hissettim diyemem. Çünkü 1600 yıllık bir sarnıcın içerisinde sergi açmanın sorumluluğu bir zaman kaygılanmama neden oldu bile diyebilirim. Mekânın boyutları ile barışık ve sayıca mekânı doyurabilecek eserlerin burada yer alması için de gece gündüz çalıştım çünkü bu dünyanın her yerinde herkesin önüne çıkabilecek bir fırsat değil. Beşinci yüzyıldan bugüne kadar buralarda izi kalmış binlerce insanın yaşanmışlığının üzerine, küçücük yaşamsal anımda, olumlu bir şeyler katabilmenin gayreti ile ürettim. Büyüleyici atmosfere sahip olan bu sarnıcı görmeyen herkesin en kısa zamanda görmelerini de tavsiye ediyorum.
-Serginin teması nedir?
Aslında bu sergide, yaşadığımız coğrafyadan DNA’larımıza işlenen kültürel kodları mevcut. Bende bu tarihi mekânda babalarımızın, dedelerimizin ve çocukken bizlerin dinlediği aşk hikâyelerinden; Ferhatlar, Şirinler, Aslılar ve daha nicelerini ve o büyük aşka ulaşabilmek için kendilerinden vazgeçişlerini, kavuşamayan âşıkların büyük fedakârlıklarına bir gönderme yapmak istedim. O kavuşamamanın karşılığı burada formsal olarak; kapalı gözler ve kolların olmayışı ile temsil edildi. Sarnıcın üzerinden damlayan ve temelinde de yer alan sular da bu yarım kalan hikâyelerin gözyaşları…
-Genelde hikâyeler üzerinden mi üretimlerinize odaklanıyorsunuz?
Hayır, yalnızca hikâye üzerinden üretim yapmıyorum. Malzeme ile aramda bir takım pazarlıklar yapıyorum; ‘Ya kafamdaki forma uy ya da kırıl!’ Üretirken yalnızca malzemeye odaklandığım için, cesaret odaklı üretim yaparım. Gördüğümü, hissettiğimi anında, seri bir biçimde malzemeye uygulamak isterim. Zaten bu heyecanı eserinize yansıttığınızda bu izleyici tarafından hissediliyor. Burada bir aşk hikâyesi üzerinden üretilmiş eserler görüyorsunuz fakat benim taş ile ilişkim bir aşk ilişkisi değil, bir köle – sahip ilişkisi olarak tanımlanabilir daha çok. Ruhuma sahiptir ve kararları o verir.
E. İlkay Yaprak
e.ilkay@grifons.com