Kimse Kıpırdamasın, Yaralar ve Diğer Sebeplerden, Yoksulluk Şarkıları, Kadraj Hataları kitaplarının yanı sıra Cins ve İzdiham dergilerindeki yazılarından tanıdığımız Güven Adıgüzel; aynı zamanda günümüzde Arabesk denilince akla gelen ilk isimlerden.
Müslüm Gürses hayranlığını her dem dile getiren Adıgüzel; Hürriyet Mahallesi’nden Fadime’nin Düğününe kitabını yazacak kadar Ferdi Tayfur hayranı.
Biz de ‘yaralar’ı, günümüzü ve vizyonu kasıp kavuran Müslüm filmini Güven Adıgüzel’e sorduk…
– İlk şiirlerinizin Arabesk kültüründen beslendiğine dem vuruyorsunuz; peki bugün sizi en çok besleyen üç ismi bizimle paylaşır mısınız?
İlham aldığınız isimler zaman zaman değişir. Sıralı tam listenin kabaca 250’in altına inmesi bile hiçbir şartta mümkün değildir aslında. Ama bir de gönül bağı vardır, o halde kâğıt üzerinde ‘’üç benzemez’’ olarak görülebilecek adamlarımı sayayım; Ahmet Uluçay, Ali Şeriati ve Müslüm Gürses. Bu üç ismin de hayatımda işgal ettiği yerler, bütün anlam haritalarını aşacak kadar başkadır. Elbette üçünün de eserlerini okudum, izledim, dinledim ve ilham verici buldum. Ama özellikle hayata karşı durdukları yer, dünyayı anlama biçimleri ve bitimsiz arayışlarıyla, gönülleri her daim tok üç garip yolcu olarak tanıdım onları. Ürettikleri eserlerle birlikte ama elbette bunlardan bağımsız olarak da, dertli bir çift göz ve çok derin bir kavrayış. Üçünde de net olarak görülebilecek özellikle dünyaya ilişkin elde edilmiş bu derin kavrayışın sebebini en temelde ‘faniliğin esasları’na dayandırabiliriz. Bu böyledir, bazı insanlar anlatmaz, bizatihi ‘’olur’’lar. Öyle ya, ‘’Kevir’’ diye bir kitap, ‘’Küskünüm’’ diye bir albüm, ‘’Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’’ diye bir film. Bana aynı yeri tarif ediyorlar gibi geliyor. Ya da düzeltelim; aynı yerden tarif ediyorlar.
– “Dünyanın kapanmayan yaraları”nı bam teline vura vura anlatmaktan hiç çekinmeyen halinizle dikkat çekiyor şiirleriniz, denemeleriniz. Bütün bunların arasında ‘Keşke hiç şahit olmasaydım?’ dediğiniz bir şey var mı?
Ben ‘’şanslı’’ doğanlardanım galiba. Hayatım tek göz bir gecekonduda başladı, gettolarda devam etti, meslek lisesinde kendine geldi ve tamirhanelerde, memleketin en ücralarında, asker ocağında, parasız yatılılarda demlendi. Buralardan gördüm-duydum hayatı, pencerelerim de doğal olarak bu duvarlardan açıldı. Evet, memnumum bu istikametten. Şahitliğe gelince; ‘‘yere batsın bu dünya’’ cümlesini kuracak birçok dilsiz acı görsem de, çocuğuna harçlık veremeyen bir baba’nın kederine şahit olmamayı isterdim. O kederin büyüklüğü arşı titretir çünkü.
– Kitaplarınız her zaman görülmeyeni, unutulanı ya da görmezden gelineni hiç korkmadan işaret ediyor. Siz, bunca ‘görme’ biçimiyle günlük yaşamınızı nasıl dengeliyorsunuz?
Durum tam olarak söylediğiniz gibi mi, bilmiyorum. İnşallah öyledir. ‘’Yazıyoruz da ne oluyor’’ dediğim zamanlar daha çok. Ama evet; arızalı, dertli, kırılmış, yalnız fanileri seviyorum. Bildiğim şu; sanat ve hayat diye iki ayrı alan yok. İçinde olduğumuz mesele hayatın ta kendisi zaten. Yazarak, anlatarak, göstererek, işaret ederek -hatta ima ederek- vardığımız yer aynı. Hayat-edebiyat ilişkisini, bir bütün’ün içinden görünen tarafıyla kıymetli buluyorum. Soruya cevap olarak da; gördükçe yoruluyorum ve yorgunluğun her zaman yaşamak gibi kallavi bir anlamı var.
– Sizi yakalamışken Müslüm filmini sormadan olmaz. Sizin Müslüm Gürses denemeniz oldukça ses getirmişti. Filmi izleme fırsatınız oldu mu? Nasıl buldunuz?
‘’Müslüm’’ filmini seyrettim. Son tahlilde bu kısır alanda yapılmış ‘’başarılı’’ bir biyografi. Ama bir Müslümcü olarak reklam filmi estetiğiyle ‘’düşünülmüş’’ bu filmin duygusundan çok hoşlandığımı söyleyemem. Dönem işi olarak dekor, tasarım, kostüm falan gayet özenli. Timuçin Esen ve Şahin Kendirci’nin sesleri ve oyunculukları da oldukça iyi, hatta daha iyisi olamazdı herhalde. Müslüm’ün sesinin tercih edilmemiş olmasını da belgesel havasından uzaklaşmak adına anlamlı buluyorum.
Aslına bakarsanız haberlerini ilk duyduğum andan itibaren filmin nasıl ‘’çekileceğini’’ tahmin ediyordum. Müslüm fenomeninin imajını kurcalamak gibi bir dert üzerinden ilerleyeceklerine ihtimal vermiyordum zaten. Tahminim beni yanıltmadı. Bu sebeple filmin ‘’ağlatmadan göndermeyelim’’e yaslanan taraflarını es geçiyorum, toplamdaki niyet’in fon müziğiyle seyircisine mendil uzatan ticari bir başarı olduğu aşikâr.
Müslüm Gürses, bir mahrem olarak sakladığı, anlatmak, hatta konuşmak dahi istemediği ‘’travmatik hayatı’’nın en ince detaylarına kadar göz önüne getirilmesinden hoşlanır mıydı? Hiç sanmıyorum.
Filmde bunlar en köpürtülmüş halleriyle mevcut. Ne yok peki? Asıl hikâye yok. Müslüm’ü Müslüm yapan gerekçeler silsilesi yok. Müslüm Gürses’in trajik hayat hikayesinin ele alınış biçiminde, hiç televizyona çıkmadan milyonlara seslenmiş koyu bir çığlığın anlamına dair bir açıklama yok mesela, ya da sosyolojik anlamda ‘’fan-hayran’’ kalıbıyla değil, ülkenin en büyük yeraltı tarikatının bağlıları sıfatıyla adlandırabilecek bir ‘kitle’nin hissiyatı yok. Film buralara hiç girmeden ‘’acı dolu bir hayat’’ı bana göre çok da isabetli olmayan (söz gelimi, bir İbo efsanesi olarak kabul edilen ‘’Mutlu Ol Yeter’’ gibi) şarkılarla harmanlayarak, hikâyesinin işleyişini tamamlıyor.
Bu bir tercih elbette. Müslüm’ün müziği, kişiliği, yeraltı starlığı, imajı, evlatları ve yarattığı etki ana temayı kapsamıyor. Burhan Bayar’ın varlığını, Limoncu Ali’nin nasihatlerini ve Yunus Emre’nin ruhaniyetini, filmin en heyecanlı noktaları olarak işaretledim. Oralar bir kült’ün kuruluş mitleri zaten.
Müslüm, gayet stratejik bir gişe filmi ve elbette iddiasının altında kalmıyor. Yeni tanıyanlar için böylesi makbuldür belki de, bilmiyorum.
Ama zaten öyledir; bir yas tutarsın ve ömür geçer.
E. İlkay Yaprak
e.ilkay@grifons.com